De Gids. Jaargang 169
(2006)– [tijdschrift] Gids, De– Auteursrechtelijk beschermd
[pagina 105]
| |
Martijn de Rijk
| |
[pagina 106]
| |
yaşayanlar için değil,’ dedi. Daha sonra bu kişilerin geldikleri yerlere, Anadolu'ya gittim ve orada bunun doğru olduğunu gördüm, kadınlar doğrudan insanın yüzüne bakıyorlar. Burada ise daha dikkatliler, kaşları çatık ve adeta kendilerini koruma altına alarak yürüyorlar. Peki ya onlar kendilerini nasıl görüyorı Hollandalı Türkler nasılları Bu soru karşısında hepsi sus pus oldu. Ama birden genç bir hanımdan cevap geldi. ‘Normal, herkes gibi normal insanlar!’ Haarlem Belediyesi'nde Meclis üyesi, Hollanda'da doğup büyümüş, otuz yaşında bir Türk tanıyorum. Ondan, kimliklerimizle nasıl oyun oynanabileceğini öğrendim. Bu oyunları Hollandalı bir arkadaşıyla birlikte İngiltere'de okurken keşfetmiş. Orada beraberce İngilizlere epey yüklenmişler ve ‘Parlamenter sistemden, yemeğe, sağlık koşullarından, demiryollarına kadar her şey bizde daha iyi' diye dalga geçmişler. Oradaki kimliği Hollandalı olmuş oysa burada Hollandalıların arasında ise Türk. Kısacası bizler ve onlarla ilgili olarak güzel oyunlar oynanabileceğini orada anlamış ve bununla çok eğlenmiş. Daha etkileyici olaylar da anlattı. İki sene önce, daha önceden hiç gitmediği İstanbul'a gitmiş. O güne kadar Türkiye'de bildiği tek yer, anne ve babasının köyüymüş, bu küçük köyün nüfusu yaz aylarında Avrupalı Türklerin köylerine tatile gelmesiyle iki misline çıkarmış. İstanbul'a bir hafta sonu turu ile gitmiş ve gördükleri karşısında şaşkına dönmüş. Bu kadar farklı insanı bir arada daha önceden hiç görmemişmiş. Zengin, fakir, orta sınıf, Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, say sayabildiğin kadar. Bir de etnik farklılığı olan gruplar var. Daha önceden Müslümanların arasında bu kadar çeşitlilik olduğunu da bilmiyormuş. ‘İnsan ister istemez kendine ben kimim diye soruyor’ dedi. Bu soru insanı sınırları belirsiz düşüncelere itebilir ama o kendisi için kısa bir yol bulmuş; ‘Benim için durum çok basit. Hollanda'da ben normal bir Türküm ve bundan da memnunum, burada benim de dahil olduğum bir kültür içinde yaşıyorum. Ancak İstanbul'da normal bir Türk olmak çok başka. Çeşitli hayatlar var, farklı seçimler yapmak zorundasın. Ben burada yaşadığım için mutluyum, herhangi bir hayat seçmek zorunda olmadığım için.’ Hollandalı Türklerin özel kültürleri olduğu konusunda hemfikiriz. Hem erkeklerin hem de kadınların gösteriş merakı, ona göre en belirgin özellik. Erkeklerin kendini beğenmiş tavrı göze daha da çok batıyor. Türk patronlar - uzun siyah paltolarını sanki hep omuzlarında taşıyor ve ağır ağır yürüyorlar, bir de heykel gibi duruyorlar. Genellikle gümüşi gri saçları oluyor ve emir verirken ağızlarını aç- | |
[pagina 107]
| |
mıyorlar, kafalarını sallıyorlar. İtalyan gangsterlere benziyorlar ancak onlar kadar zarif değiller. Türk toplumunun birbirine olan bağlılığı çok önemli. Türkler birbirlerine karşı son derece yardımsever. Yardıma ihtiyaç olmadığı zamanlarda bile birbirlerini hep kolluyorlar. Meclis üyesi arkadaşım, on altı yaşındayken başından geçen bir olayı anlattı; ilk defa bir kız arkadaşıyla sokakta yürüyormuş ve bir saat içinde anne babasının bu olaydan haberi olmuş. ‘Kız arkadaşım Türk olsaydı o zaman kızın ailesinin on beş dakika içinde haberi olurdu,’ diyor. Bunu anlatırken hâlâ heyecanlanıydı. Aslında dezavantaj olabilecek bir durum avantaj sayılıyor. Hollanda'nın büyük şehirlerinde yaşayan Türkler, diğer bölgelerden gelen Hollandalılar gibi kolayca ayırt edilebiliyor. Ailesine düşkün Türk, inatçı Fries, yanında cimri Groningen'li, onun yanında, neşeli Brabant'lı. Şehirli Türk bu farklılıkları bildiği için durumu anlayışla karşılıyor. Ülke sınırlarının dışına çıktığımızda Hollandalılar gibi Hollandalı Türkler de o ülkelerde yaşayanlara mesafeli davranıyor. Sıcak bir ‘biz’ duygusuna kavuşmak için en etkili yöntem budur. Bu şekilde birbirimize çok tanıdık geliriz, işte tam da bu durum benim gibi, Hollandalı Türkleri yeni yeni tanımaya başlayan birisi için son derece şaşırtıcı olabilir. Bu tanıdıklık sadece yabancılara karşı olumsuz yargılara varmamıza yol açmaz. ‘Yeni Cami’ adlı kitabım için araştırma yapmaya yaklaşık dört yıl önce başladım. Böyle bir kitabın basılması için yeterince neden vardı. Haarlem'de yaşayan Türkler yeni bir cami yaptırmak istiyorlardı, bunun arkasından gerek yerel ve gerekse ülke çapında çok ilginç gelişmeler yaşandı; bu yıllar aynı zamanda Hırsi Ali 2 olayının yaşandığı yıllardı. Bu kişilerle ahbaplık etmekten zevk almanız gerekir. Ben bundan hoşlanacağımı cami yönetiminin başkanıyla konuşmaya başladığım ilk anda hissettim. ‘Burada her iş bana düşüyor,’ diye söyleniyordu. Galiba tuvalet kağıdının alınması bile onun işiydi ve buna sıkılıyordu. Böyle şeylere takılması çok hoşuma gitmişti. Son derece samimi bulmuştum. Böyle biriyle havadan sudan sohbet etmek de çok keyifli olurdu. Merakım bu şekilde başlamıştı ama sonrasında daha gerçek nedenler ortaya çıkacaktı. Cami çevresinde olan biteni izledim. İlgili Türkler ve Hollandalılarla konuştum. Bu konuşmaları, 1946 doğumlu, Katolik eğitimi almış, 60'lı yıllardaki ayrımları yaşamış, şu anda sadece insanların kendilerine neden Müslüman dedikleri ile ilgilenen ama kesinlikle inanç sahibi olmayan bir Hollandalı olarak yaptım. Genellikle tartışmaya inanç konusuyla başlıyordum ama konular daha sonra başka taraflara kayıyordu. Bunlar; işyerindeki sorunlar, çocukların | |
[pagina 108]
| |
okuldaki başarısızlıkları gibi son derece bildik ve kolaylıkla başkalarıyla konuşulabilecek konular oluyordu. Karşılaştığım Türklerin bir çoğu için ibadet Pazar sabahı faaliyeti - daha doğrusu Cuma namazı- ile sınırlıydı. Geçmişleri ile ilgili de konuşurduk. Anlatılanlar Hollandalıların yaşadıklarından çok farklı da olsa o sıcak sohbet sırasında egzotik olmaktan çok, inandırıcı ve gerçek hikayeler olurdu. Herkesin geçmişi ve ailesiyle ilgili anlatacagı anekdotların olması çok normaldi. Kendi kendime, Türklerin bu ‘normal’ hallerinden neden bu kadar keyif aldığımı anlamaya çalışıyordum. Bir gün Haarlemli bir kız bana, eğlence yerlerinden birinde ilk defa başı örtülü bir kız gördüğünü anlattı ve ‘artık onlar da günlük olağan görüntü içindeler,’ derken sevinçli görünüyordu. Ben de ona katıldım. Bu sevinç tipik bir Hollandalı konformizminden kaynaklanıyor olabilir miydiı Her şeyi not ettim. Siyasi karışıklık, İslam hakkındaki tartışmalar, şefin şikayetleri, çocuklardaki toplumsal değer yargıları eksikliği. Yazdıklarımı bir arkadaşıma okuttuğumda, İslam dinine inananlar arasında da bencillik, bağnazlık, yanlış anlaşılma ve saçmalıklar olduğunu görünce hem şaşırdı hem de bundan memnunluk duyduğunu söyledi. Memnunluğu, bunların Hollanda'nın ahlaki değerlerine yakın olmasından, daha çok genel bir insani durum olmasından kaynaklanıyordu. Benim tanıdıklık duygumu ise, kullanılan dilin, yabancı Hollandacası değil, yani yarım yamalak değil, gerçek, düzgün Hollandaca olması sağlıyordu. Bu sadece iyi bir iletişim için değil hoş bir sohbet için de gerekliydi. Seksenli yıllarda büyük başarılar kazanan Sürinamlı boksörün güney Hollanda aksanıyla konuşması da o zamanlar çok hoşuma gitmişti. Şimdi karşımıza çıkan soru şu: Türkler Hollandacayı daha iyi konuştuklarında daha mı çok Hollandalı oluyorları Yoksa onların normal birer insan olduğunu anlamamız mı kolaylaşıyorı Antropolog Benedict Andersen, Imagined Communities'de ‘there is a certain privacy to every language’ der. Dil bir iletişim aracıdır ancak daha çok içerden ve dısardan olanları ayırt etmemize yarar. Yabancı işçiler, dışardan olmanın ne anlama geldiğini iyi bilirler. Değişik alanlarda bununla yüz yüze gelirler. ‘Duvara Karşı’ filminde olduğu gibi; filmin sonlarında Almanyalı Türk erkek, sevgilisini bulmak için onun peşinden İstanbul'a gider, kızın nerede olduğunu bildiği halde söylemek istemeyen bir kadınla birden İngilizce konuşmaya başlar. Filmi seyrettiğimde bunun nedenini anlamamıştım. Ancak bir Türk arkadaşım şöyle açıkladı; İngilizce tarafsız bölge. Bir anlaşmazlık anında Avrupalı Türkler kendi ülkelerinde, | |
[pagina 109]
| |
Türkçe'yi yeterince iyi konuşamadıkları için, güçşüz kalıyorlar. Bu açıklamayı yapan arkadaşımın da başına gelmişti bu tür olaylar, çevremde soruşturduğumda onun bu konuda yalnız olmadığını anladım. Bu arkadaşım otuz yaşlarında bir mühendis. Bazen, eski deyimleri ya da atasözlerini kullanarak hava attığım Holandacamı anlamakta zorluk çekiyor. Hollanda'nın eskiden ne kadar dindar bir ülke olduğunu anlattığımda, onunla aynı yaşlarda olan kendi çocuklarım kadar, o da bunu inanılmaz buluyor. Ayrıca çocuklarım da eski deyimleri, atasözlerini anlayamıyor, onların kullandığı dil de bana tanıdık gelmiyor. Bazen benim, genç Hollandalıların, Türk olsun olmasın, aramdaki mesafenin, genel olarak yaşlı yabancılarla olandan daha fazla olduğunu düşünüyorum. Bu mühendis arkadaşım için entegrasyon, dilden geçiyor. Televizyonda yaşlı bir kadının korku içinde, ‘Gelecekte torunlarımız sokağa mecburi olarak başörtü ile mi çıkacakı’ dediğini duymuş. ‘Bu nasıl olabilir kiı Benim beş altı yaşındaki yeğenlerim yaşıtları gibi Hollandaca konuşabiliyor,’ dedi. Ben de ona, zamanında Anne Frank'ı ele veren şeyin dil olmadığını söyledim, ama bunu duymazdan geldi. Beni neşelendirmek için yeğenlerinden duyduğu bir bilmeceyi sordu: ‘Faslı bir kadının yüzüne ne zaman tükürülürı Bıyıkları alev almışsa.’ Bazı Türkler farklı düşünüyor. Onlar farklılar da zaten. Hollandalı Türkleri bir grup olarak en çok basından ve televizyondan tanıyorum. Medyada düzenli olarak yabancı kökenlilerin davranış biçimleri ve karakteristik özellikleri üzerine yapılan araştırma sonuçları yayınlanır. Sosyal ve Kültürel Plan Bürosu her yıl üç santimetre kalınlığında en son bulguları içeren yıllık basar. Bunların yanı sıra bir de özel araştırma konuları kitap olarak yayınlanır. Amsterdam'daki her Faslı çeteyi gözlemleyen bir antropoloji öğrencisinin olduğu esprisi yapılır. Yabancı kökenliler kontrol altında tutuluyor. Başka şekilde de köşeye sıkıştırılıyorlar. Mühendis arkadaşım eskiden Türkiye'ye gittiğinde ‘Müslümanlara bu kadar saygı duyulan başka bir ülke yoktur,’ diyerek Hollanda'yı övermiş. Bugünlerde, çifte vatandaşlığı korumasının daha yararlı olduğuna karar verdiği için, yaptığı altı haftalık askerlikten yeni döndü. Askere gitmeden önce, sürekli Hollanda televizyonundaki haberleri görmek zorunda kalmamak için - devamlı olarak aşağılanmaktan sıkılmış-çanak anten koydurup Türk kanallarını da izlemeye başlamıştı. Bunlar zorunlu entegrasyonun kaçınılmaz sonuçları. Her şey buna bağlı olamaz. Hollandalı Türkler genellikle kırsal | |
[pagina 110]
| |
kesimden geliyor ve İstanbul'da mesela akrabalar arasında beşik kertmesi gibi olaylarda aşağılanıyorlar. Onların İslam'a olan inançları köy kökenli; kan davası ya da kadının köle gibi görülmesi de Allah'ın emri. Temelinde böyle bir yaklaşım olunca, özgürleşmek için daha politik ve erdemli bir İslam anlayışının gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu gerçekleşebilir, kimse şaşırmamalı, Avrupa için bu tür gelişmeler yabancı değil. Toplum içinde Türklerin birbirine kenetlenmiş bir topluluk olmasından dolayı Faslılar kadar sorun yaratmadığı tezini ilk kez duyduğum zaman bu yaklaşımın Faslıları sinirlendirebileceğini, ancak diğer taraftan da entegrasyonun sorunsuz yaşanamayacağını ve Faslıların da bir çaba içinde olduğunu ve kendilerini kendi toplulukları içine hapsetmediklerini düşündüm. Bu tür genellemeler, kişisel farklılıkların gözden kaçmasına yol açıyor. İlişki içinde çeşitli nüanslar atlanıyor. Ancak her şeye rağmen bunların da gerçek olduğunu kabul etmeliyiz. Bunu önceden bilmeseydim bile Theo van Gogh'un öldürülmesinden sonra anlardım. Katil, hem sözleri hem de davranışıyla sürekli olarak bu öldürme olayının İslam'la bağlantısı olduğunu vurguladı. Verilen mesaj yerine ulaşmıştı; Herkes ‘yetti artık bu İslam! Bu konudaki gazete ve televizyon haberlerini görmek istemiyordum’ gibi tepkiler vermeye başladı. Benim de bu konudaki hissiyatım Türk arkadaş ve tanıdıklarımla görüştüğümde azaldı. Caminin yönetim kurulu başkanı hâlâ söyleniyordu, belediye meclis üyesi hâlâ merakla soruyordu. Dikkatimi çeken tek nokta; kimsenin bu ölümü kınamaması oldu. Halka açık bir toplantıda, meclis üyesi arkadaşımın, ‘Bu olayla bir ilgim olduğu izlenimi uyanabilir,’ diyerek katilin gerekçesinin ne olabileceği konusunda tahminde bulunmayı reddettiğini gördüm. Topluluk içindeki hiçbir Müslüman bu konuda herhangi bir sorumluluk almadı. Onlara, ‘Bu katilin, inancınıza leke sürdüğünü düşünmüyor musunuzı Bu tür kökten dincilerin, sizin dininizi rahat bırakmasını talep etmeniz gerekmez miı’ diye soruldu. Bu sorulara kimse cevap vermedi. Meclis üyesi kendilerine homojen bir grup gibi davranılmasına karşı çıktığını söyledi. ‘Size hemen üç Müslüman göstereyim, üçünün de birbirinden ne kadar farklı olduğunu görürsünüz.’ Hepsi bu kadar değil. O günlerde ikimiz kahvede oturup ortalıktaki İslam tartışmaları hakkında konuşurduk. Ona, 2003 seçimleri öncesinde PvdA3 milletvekili Türk kökenli Albayrak ile Hirsi Ali'nin televizyondaki bir tartışma programında karşı karşıya getirildiklerini hatırlattım. ‘Ah, onu hatırlatma,’ dedi meclis üyesi bir arkadaşım canı sıkılarak, ‘yabancı kökenlileri birbirine kırdıralım, eğlenceli | |
[pagina 111]
| |
olur mantığı vardı o programda.’ Peki ya o nasıl bir tartışma öneriyorduı ‘Tamam, bu çelişkili bir durum. Elbette tartışma olmalı, ben de karşı değilim ama özellikle o programda yabancı kökenli iki kişinin, televizyon karşısındaki Hollandalıları eğlendirdiği duygusu vardı.’ Ona göre yabancı kökenliler her an yabancı kökenli olduklarının bilincinde olmalıydı. Geldiği yeri hiçbir zaman inkar etmemeliydi. Bu sözleri, içinde hiçbir Türklük göremediğim bir adam söylüyordu. Buna ğağırmığtım. Ne demek istediğini açıklamak için şunu anlattı; Theo van Gogh'un, Türk ismine benzer bir ismi olan kız arkadaşı bir toplantıda Müslüman olan her şeye karşı olduğunu, kendisinin yüzde yüz Hollandalı olduğunu söylemiş, arkadaşım da televizyonda bu konuşmayı duyduğunda, ‘Ah be kızım, ne yaparsan yap bir bakışta senin Türk olduğunu görüyorum, kendini kandırma, bunu başkaları da görüyor, hatta sen kendin de bunu çok iyi biliyorsun,’ diye düşünmüştü. ‘Ben de Hollandalıyım ama diğer Hollandalılarla aramda din farkı var. Televizyondaki kız Türk olan her şeyi reddederek Hollandalı olunduğunu düşünüyordu, ama çok yanılıyordu.’
Bu makale içindeki bazı belgeler ve alıntılar ‘Yeni Cami, Taşra kentinde siyaset ve inanç’ Atlas Yayınevi 2006, adlı kitabımda mevcuttur. Ga naar eind1 Ga naar eind2 Ga naar eind3 |
|