Küresel terörist
(2002)–Willem Oltmans– Auteursrechtelijk beschermd
[pagina 139]
| |
Küresel Terörist11 Eylül'den beri, Amerikan, İngiliz ve diğer Batılı yayın organlarının haber ve yorum bombardımanı sayesinde, oğul George Bush'un tümüyle meşru antiterörist haçlı savaşçısı olduğuna bütün dünya inandırıldı, Amerika'ya saldırıldığı için, Başkan, deniz piyadelerini taşıyan gemileri göndermenin veya stratosfer tabakasından misket bombalarını atmak üzere B-52'leri uçurmanın ötesinde bir karşılık vermesi için tam yetkiyle donatıldı. Bush kendisini çok iyi ve kuşkusuz Usame bin Ladin'i çok kötü görüyor. Her ne kadar Washington, 11 Eylül'den sorumlu olduğuna ilişkin ancak son derece çürük ikinci dereceden kanıtlar sunabilmiş olsa da, ABD Başkanına göre El Kaide lideri tehlikeli bir terörist ve bu nedenle de suçludur. Çoğu uluslararası hukukçu, görüş birliği içinde, Bush yönetiminin bin Ladin ve adamlarının suçluluğunu mahkeme önünde kanıtlama sorumluluğunun ortadan kalkmayacağı uyarısında bulunuyor. Bu yüzden Washington, hemen, gizli, yasal ve kamusal denetim dışında ölüm cezası verebilecek askeri mahkemeler kurdu. II. Bush kliği, topluca suç ve cinayet ortakları olarak tarihe geçme riskine giriyor. Aynı zamanda onlar bizim (Avrupa'nın) en yakın müttefikimiz. Daha da kötüsü, Hollanda'nın Dışişleri eski Bakanı Hans van Mierlo'nun sözleriyle, Avrupa 11 Eylül'den beri Amerika karşısında ‘Görev aşkıyla sahibini izleyen iyi eğitilmiş küçük bir köpek gibi’ davranıyor. İşinde henüz acemi olan Bush, ABD-Arap ilişkilerinin sanki 11 Eylül'de başladığını sanıyor. Gerçekte, bölgedeki Amerikan dışişleri yönetimine Arapların iti- | |
[pagina 140]
| |
razlarının kökleri, dünya tarihinin kader belirleyici bir anına, Roosevelt, Stalin ve Churchill'in Yalta'da İsrail'in yaratılmasına karar verdikleri zamana kadar dayanıyor. Bu kararla, Arapların ve Filistinlilerin hiçbir sorumluluğunun olmadığı Nazi ölüm kamplarından Yahudilerin kesin olarak kurtarılması amaçlanıyordu. İsrail devleti, Filistinlilere ve Arap dünyasına karşı Siyonist terör ve ABD ile genel olarak Batı'nın bu teröre sessiz onayı sayesinde kuruldu. Arap milliyetçiliği dünyanın bu parçasında ABD ve Batı'nın yarım yüzyıldır süregelen savaş suçları karşısında son derece öfkeli. ABD'nin, yıllardır İsrail'in Filistinlilere karşı işlediği savaş suçlarını görmezden gelmesi, yalnızca Ortadoğu'yu anti Amerikan bir savaş bölgesine çevirmekle kalmadı, sonunda El Kaide'nin kurulmasına da yol açtı. Fas'tan Pakistan ve Endonezya'ya kadar bir milyar Müslümanın çoğunluğu tarafından, ABD başdüşman olarak görülüyor. Amerikalılar, Araplara karşı ne suç işlerse işlesin, Yahudileri koruyor. İsrail askeri gücü, Washington tarafından finansal ve politik bakımdan destekleniyor, ABD'nin politik, askeri ve ekonomik müdahalesinin dolaylı bir sonucu olarak yarım yüzyıldan fazla zamandır her gün genci ve yaşlısıyla masum Filistinliler öldürülüyor. Bush Amerika'nın her yerdeki savaş suçları için sadece zaman kazanma politikasını uygulamayı sürdürüyor. O dönemde, Franklin D. Roosevelt klasik bir savaş suçlusu olarak davranmıştı. Japonların Pearl Harbour'a saldırmasına kasten izin vererek Amerikalıları faşizme karşı savaş düzenine soktu. Hawai'deki ABD filosuna yönelik Japon kamikaze saldırılarında yaklaşık 2800 Amerikan denizcisi ve askeri personeli öldü. Beyaz Saray için, onların parçalanmış vücutları, Amerikan kamuoyunun Mihver Kuvvetleri'ne karşı topyekün savaşı benimsemesini sağlayacak değerli bir gerekçeydi. Bu olay, benzer biçimde, ulusu gelecekteki ağır savaş kayıplarını kabullenmeye hazırladı. 1941'de Pearl Harbour, 2001'de 11 Eylül'ünkiyle aynı amaca ulaştı. | |
[pagina 141]
| |
Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon felaketleri, Amerikalı kitlelerin, savaşa giden Bush'u onaylamalarının gerekçesini oluşturdu. Ancak yarım yüzyıl sonra Thomas Fleming, Pearl Harbour felaketi hakkındaki belgelere dayalı bu bilgileri 628 sayfalık çalışması, ‘F.D. Roosevelt ve II. Dünya Savaşı İçinde Süren Savaş’ta (Basic Books, New York, 2001) ortaya koydu. Bush'un, 1941'de Roosevelt'in yaptığı gibi, 11 Eylül'ün olmasına kasten göz yummadığının garantisini verebilir miyiz? Thomas Fleming sonunda, 1941'deki gerçekleri 2001 gibi geç bir tarihte gün yüzüne çıkarana kadar Amerikalıların ve Avrupalıların çoğu F.D. Roosevelt'in bir entrikacı olduğunun asla farkına varmadı. Roosevelt ABD halkı üzerinde kirli oyunlar oynadı ama yine de, bugün Beyaz Saray'da yaşayan cahil düzenbazla karşılaştırıldığında bir centilmendi. Babasının CIA içindeki güçlü dostlarının yardımıyla, bir seçimi hileyle kazanarak, dünyanın en güçlü ve bu yüzden de - onun durumunda- en tehlikeli kişisi haline geldi. Acaba 2056'da başka bir tarihçi, o güne kadar gizliliği kaldırılmış 11 Eylül 2001'den önceki, o günkü ve sonraki olaylarla ilgili Washington dosyalarını gözden geçirecek mi? Beyaz Saray, Roosevelt'in Pearl Harbour olayında yapmış olduğu gibi, Arap kamikaze pilotlarının hedeflerine varmakta olduğunu önceden biliyor muydu? Olay sırasında Beyaz Saray'da olan Cheney ve Rumsfeld, Florida'da okul çocuklarına konuşma yapan Bush ve Latin Amerika'da iş gezisinde olan Colin Powell gelecek felaketten habersiz miydi? İstihbarat servisleri tarafından tasarlanmış yasadışı bir tertip hakkında başkana bilgi verilmemesi, ABD tarihinde ilk olmayacaktı. Asya'da yasadışı bir savaşı yürütürken, fazla yalan dolan bilmeyen Texaslı L.B Johnson, Kuzey Vietnam'ın Tonkin Körfezi'nde kasıtlı olarak sorun yaratmış olduğu konusunda CIA tarafından kandırıldı. Bu onun, bir başka savaş suçu olan Hanoi ve Haiphong'u bombalamak gibi çok önemli bir karar | |
[pagina 142]
| |
vermesine yol açtı. Lyndon Johnson, emrindeki en yakın adamları tarafından kendisine yalan söylenmış olduğunu fark edince, aniden, Ocak 1969'dan sonra Beyaz Saray'da kalmayacağını, aday olmayacağını açıkladı. ABD istihbarat servislerini, denetimi dişında çalışan ‘Cinayet Anonim Şirketleri’ olmakla suçladı. Bıkkın, üzgün, gerçeklerin farkına varmış ve belki biraz daha anlayışlı bir adam olarak Texas'daki çiftliğine döndü. Roosevelt'den bu yana tüm ABD başkanları, diş politikalarını, tek bir Amerikalının hayatının, başka yerlerde yaşayan erkek, kadın ve çocukların canından bin kez daha değerli olduğu şeklindeki zararlı anlayış temelinde yürüttüler. İnsan hayatının değerine ilişkin benzer bir sakat anlayışla yaşayan başka bir tek ülke var: İsrail. Orada, İsrail tarafındaki her bir kaybın intikamı, daima, on katı Filistinli -taş atan çocuklar dahilöldürülerek alınır. Harry Truman, bu anlayışı, II. Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların çok değerli hayatlarının daha fazla yitirilmesini önlemek için, yalnızca Hiroşima'da 88 bin erkek, kadın ve çocuk öldürerek gösterişli biçimde gözler önüne serdi. Hitler ve Göring 5 Mayıs 1940'da benzer bir karar aldı. Eğer Hollanda işgalci Nazilere teslim olmazsa, Rotterdam bombalanacaktı. Kraliçe Wilhelmina şantaja boyun eğmeyi reddetti. Hollanda, ancak Alman Hava Kuvvetleri Rotterdam'ın merkezini yok ettikten sonra Hitler'e teslim oldu. Truman bu Nazi taktiğini Hiroşima ve Nagazaki'de tekrarladı. 1940'lı yıllara kadar gidersek, Hitler ve Truman da tıpatıp aynı savaş suçunu işlemişti. Washington, II. Dünya Savaşı'ndan ve dünyaya egemen güç konumuna geçtiğinden beri, sıklıkla dünyanın her tarafına müdahale etti. Kore Savaşı (1950-1953), gerçi biçimsel olarak BM desteğine sahip olan, ilk kitlesel askeri kapışmaydı. Bu savaşta 33.629 ABD'li askerin ve 415.004 Güney Korelinin öldüğü ileri sürülüyor. Kuzey Kore, tahmini olarak 2 milyon kayıp ver- | |
[pagina 143]
| |
mişti. Yine de Washington hâlâ Pyongyang yöneticilerini, Washington'dan farklı ideallere ve hedeflere sahip olduğu için, adi haydutlar olmakla suçluyor. Washington Vietnam'da, 1958'den 1975'e kadar askeri operasyonlar yürüttü. ABD ilk kez, altına imza koyduğu BM Sözleşmesi'nin ilkeleri dışında bir savaşa girmeyi tercih ediyordu. Komünist blok da dahil, dünyanın geri kalanı Amerikalıların Asya'da işlediği savaş suçlarına izin verdi çünkü ne BM'nin ne de başkalarının onlara karşı yapabileceği hemen hemen hiçbir şey yoktu. 1960'lı yıllarda Hollanda'da hiçkimse, o sıralar dost bir devlet başkanı olarak bakılan L.B. Johnson'a, ciddi biçimde hapse gönderilmeyi hak eden bir kitle katili ve bir savaş suçlusu demiyordu. ABD Vietnam'da yaklaşık 58 bin askerini kaybetti. Vietnamlı kayıpların sayısıni pek az kişi bilir çünkü bunu kimse önemsemiyordu. Washington ve çevresinde yerleşik, yabancı ülkelere kötü niyetli saldırılar yapmak üzere biçimlenmiş Beyaz Saray, Savunma Bakanlığı, CIA ve çeşitli diğer terörist örgütler sayesinde Vietnamlı kayıpların sayısı milyonlara ulaşıyordu. 1950 ve 1975 yılları arasında Asya'daki iki büyük savaşa ek olarak, ABD dünyanın hemen hemen her kıtasında sürekli olarak terörist eylemler gerçekleştirdi. Kuzey Amerika, neredeyse iki yüzyıldır askeri çatışmalardan uzak kalmış bir yeryüzü parçasıdır. ABD halkı, ‘Amerikan kalesine saldırılamaz’ inancını apaçık bir gerçek gibi kabul etmeye başladı. Gerçekten de dünyada hiçkimsenin herhangi bir şekilde misilleme yapacak durumda olmadığının farkına varan Amerikalıların, dünyada yalnızca kendilerinin, istediğini yapabilecek ve seçtiği herhangi bir hedefe saldırabilecek konumları nedeniyle, basiretleri bağlandı. Soğuk Savaş yıllarında sürekli bir nükleer çatışma tehlikesi vardı. Bu dehşet verici gerçeklik, bir ölçüde Washington'un dünya işlerinde çok gaddarca davranışlarda bulunmasını engelliyordu. Fakat SSCB'nin çöküşünden sonra, uluslararası ilişkilerin her düzeyinde | |
[pagina 144]
| |
ABD tek yanlılığının ve Amerikan zorbalığının önünde alabildiğine geniş bir alan açıldı. Dünyanın çevre sorunu üzerine hazırlanan Kyoto Protokolü bile artık ABD tarafından uyulması kabul edilen bir anlaşma değil. Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'ne bile Washington'da bir baş belası olarak bakılıyor. ABD yıllardır BM'ye borçludur ve hiçbir zaman kendi aidatlarını, birçok uygar ülke gibi, zamanında ödemedi. Çok yaşlı ve artık yürüyemeyecek durumda olan bazı dangalak Amerikalı yasa yapıcılar, ABD'nin BM'ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini önlemek için oy vermeye tekerlekli sandalye ile getirildiler. Doğal olarak 11 Eylül felaketi Amerikalıları tümden şoke etti. Çok uzun bir zamandır ahmaklar cennetinde yaşıyorlardı. İlk kez anladılar ki, ülkeleri her şeye rağmen yabancıların saldırılarına açik. 19 Arap kamikaze pilotu -ama bu kez ABD'nin kendi topraklarında- Pearl Harbour'ı tekrarladı. Gelen füzelerden korunmak için gökyüzünde bir kalkan oluşturma hakkında Reagan ile (baba ve oğul) Bush'ların yaptığı çılgınca konuşmalar ham hayallere dönüştü. Bunun için sadece, ABD ticari uçaklarını son derece etkili El Kaide yapımı cruise füzelerine dönüştüren, olağanüstü bir inanç ve cesarete sahip Arap beyinleri yeterliydi. Çoğu mükemmel bir eğitime sahip bu Arap öğrencileri, kendi ürettiği ilaçlardan birazını Amerika Birleşik Devletleri'nin kendisine içirmek için yaşamlarını feda etmeye yönelten neydi? İsrailli ortaklarıyla danışıklı dövüş içinde, Arap dünyasında yarım yüzyıldır sürdürülen Amerikan terörizminin artık miadının dolduğunu Washington'a bildirmekti. Vietkong, 1960'lı ve 70'li yıllarda benzer bir sonuca ulaşmıştı. Saygon'un düşüşü ve Saygon'daki elçiliğin çatısından ABD Deniz Kuvvetleri'nin bir helikopteriyle kaçış gibi olaylar, ABD tarihinde ilk kez oluyordu. Yarım milyon ABD askeri ve dünyadaki tüm B-52'lerin Vietnam halkının özgürlük çığlığını bastıramadığı an- | |
[pagina 145]
| |
laşılıyordu. Siyahlar giyinmiş Vietkong intihar komandoları Güneydoğu Asya'da Amerikan terörizmine son verdi. Washington 1975'de Hanoi'a boyun eğince, Amerika şiddetli bir Vietnam travmasına maruz kaldı. Kanaatimce, 11 Eylül, Ortadoğu'daki genel ABD-İsrail hegemonyasının sonunun başlangıcıydı. Amerika, bu kez de Arap özgürlük savaşçılarına karşı, kaybedilmiş bir savaşı sürdürüyor. Eğer İsrail dikkatli olmazsa, o da batacak. ABD komandoları Taliban lideri Molla Ömer'i bulabilir ve yargısız infazla öldürebilir. Usame bin Ladin'in yerini tespit edip, vurabilir. Fakat, Washington şimdiye kadar Vietnam'daki utanç verici yenilgiden ders çıkarmış olmalıydı. Müslümanların kurtuluş ve saygınlık mücadelesi karşısında ABD deniz piyadeleri, komandoları, B-52'leri veya savaş gemileri ile savaşılamaz. 11 Eylül'de, her yerdeki dövüşmeye hazır Müslümanlar Batı emperyalizmine karşı Arap bağımsızlığı için nihai savaşın başladığını gösterdi. 19 Arap genci, ABD terörizmine karşı savaş cephesinin en ön saflarındaki gerçek özgürlük savaşçılarıydı. El Kaide hemen hemen başlamış olan kurtuluş savaşının ilk kurşununu atmak için başka ne yapabilirdi? Washington sığınaklarındaki ABD'li küresel polislere, süregelen İsrail terörizmine karşı Filistin halkının özgürlüğü dahil, Arap dünyasının özgürlüğü için nihai cihadın sonuna kadar götürüleceği başka nasıl gösterilebilirdi? Arap enerji zenginliğini yağmalamaya devam eden savaş filoları, askerler ve cruise füzeleri ile desteklenen sömürgeci ABD petrol şirketlerini tasfiye etme savaşının çok uzun sürmeyeceğine ilişkin mesaj, Washington'daki evlerine kadar başka nasıl ulaştırılabilirdi? Öte yandan Arap kitleleri, kendilerini, kral ve şeyh kılığındaki, halkın zararına hırsızlıkla ceplerini dolduran ABD Quisling'lerindenGa naar voetnoot(*) de kesin olarak kurtarmak istiyor. | |
[pagina 146]
| |
Washington, yarım yüzyıldan fazla zamandır suikast işleriyle uğraşıyor. ABD'nin, Houston'lı petrol kralları yararına statükoyu koruyabilmesi ancak böyle mümkün oluyor. Bush ve dostları da bunların arasında. 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca ABD deniz piyadeleri, hava kuvvetleri pilotları ve CIA'nın kiralık katilleri açık ya da örtülü askeri cinayet operasyonlarına katıldı. Bunlar, çok gizli kararlarla Beyaz Saray tarafından onaylanmış, çok gizli kabine toplantılarında kamuoyunun dikkatinden kaçırılmış ve belgeleri en erken elli yıl sonra yayınlanacak olan operasyonlar. Nikita Kruşçev yönetimi hiçbir hakkı olmaksızın SSCB üzerinde dolaşan bir ABD casus uçağını düşürmeyi başardı. Beyaz Saray'ın dünya işlerindeki yasadışı davranışları öylesine karakteristik oldu ki, çoğu kişi artık bunu ‘normal’ olarak kabul etmeye başladı. Usame bin Ladin için sürdürülen insan avı, bir yabancının ABD'nin kitlesel askeri takibi için bir hedef haline getirildiği ilk olay değildir. Amerikalıların çoğu onun suçlu olduğuna kolayca inanıyor; çünkü başkan öyle söyledi. Bununla birlikte, cumhuriyetin doğuşundan beri ABD adalet sistemi, ‘Bir sanık, suç işlediği, mahkeme önünde usulünce saptanana kadar suçlu sayılmaz’ altın kuralına dayanmıştır. Zavallı Bush, bir kriz anında acilen bir şeytana ihtiyaç duydu; öyle ki, onun suçu çıkarılabilecek en makul sonuçları içersinde barındırsın. Hemen Batı dünyası gönüllü olarak Bush'un işaret parmağının gösterdiği kişiyi, suçlu kabul etti. Usame'nin 11 Eylül'de Amerika'ya saldırma suçu hukuken kanıtlanmadı. Onun tepkisi, olanlardan sorumlu olmadığını ama aynı zamanda Amerika'nın sonunda kendi evinde sivil kayıplar vermesinden memnun olduğunu açıklamak oldu. 1958'den 1992'ye kadar New York'da yaşamış biri olarak, ABD başkanının sözlerinin körü körüne kabul edilmesi, benim için daha da şaşırtıcıydı. Çünkü Amerikalıların şimdiye kadar, Beyaz Saray'dan gelen açik- | |
[pagina 147]
| |
lamaların çok sıklıkla Baron von Munchausen'inGa naar voetnoot(*) kötü ünlü öykülerine benzetildiğini duymuş olmaları gerekirdi. Daha da kötüsü, bunlar, Nazi Almanyası cehennemin dibine giderken Almanları, onların kazandığına ikna eden Hitler'in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels tarafından kullanılan klasık yalanlar ve uydurma haberlerle benzer içeriktedir. Geçmişte aynı saldırgan tarzda peşine düşülen, bin Ladin türünden çok sayıda suçlu vardı. Afganistan üzerindeki Amerikan pilotları CNN'e, kendilerini bir ördek avında gibi hissettiklerini söylüyorlardı. Bu somut olayda, yerdeki ördekler, ne Taliban'la ne de El Kaide ile hiçbir ilişkisi olmayan sadece istemeden ateş hattında kalan masum Afgan sivillerdi. İneğini sağarken ABD bombalarıyla vurulan bir Afgan köylüsüyle, Manhattan Dünya Ticaret Merkezi'nde bilgisayarıyla çalışırken bir Arap intihar bombacısı tarafından vurulan bir sekreter arasında pek bir fark yok. Tek fark şu ki, eğer Amerika uzun yıllar boyunca Araplara, Filistinlilere ve genel olarak Müslümanlara karşı zorbaca ve berbat biçimde davranmasaydı, Arap öğrenciler New York ve Washington'da ABD'ye asla saldırmayacaktı Nasır, Lumumba, Sukarno, Castro, Guevara, Sihanuk, Nkrumah, Allende, Bishop, Noriega, Ortega, Butto, Kaddafi, Saddam ve birçok diğer Afrikalı-Asyalı ve Latin Amerikalı isyancınınki gibi isimler akla geliyor. ABD emperyalizmine ve terörizmine karşı savaşan bu önderler, yasal ve demokratik biçimde seçilmiş olsalar bile, öldürülmeyi mi, basitçe devrilmeyi mi hak ediyor, yoksa sürgüne mi gönderilmeleri gerekiyor? Washington daima, bütün bunlara tek yanlı olarak karar verme hakkını kendisinde buluyor. Eğer birisi Beyaz Saray'ın küresel çıkarlarını geliştirmek için gerekli gördüğü hareket hattı üzerinde duruyorsa, hem ABD başkanlarının hem de Kongre üyelerinin zihnınde, ona karşı yapılabilecek her şey mübahtır. İstenmeyen bir piçi öldürmek sıklı en kolay çözüm olarak değerlendirilir. Yakın zamanlarda, Kongo'nun demokratik yoldan se- | |
[pagina 148]
| |
çilmiş ilk Başbakanının oğlu Roland Lumumba, Amsterdam'da misafirim oldu. Amerikalı ve Belçikalı teröristlerin, babasını nasıl parçalayarak öldürdüklerini ona sorun. Ya da Şili'nin demokratik yollarla seçilmiş Devlet Başkanı Salvador Allende'nin, Henri Kissinger da dahil ABD teröristleri sayesinde nasıl öldürüldüğünü, ailesine sorun. II. Dünya Savaşı'ndan beri, başka deyişle Amerika Birleşik Devletleri'nin giderek artan biçimde bir emperyalist küresel aktör halini almasından bu yana, ABD hükümetlerinin dünyanın her yanında ölen milyonlarca insan için hiç de uykuları kaçmadı. Bu ölüler Beyaz Saray tarafından onaylanan terörist müdahalelerin doğrudan sonucuydu. Sözgelimi 1961'de Küba'daki Domuzlar Körfezi işgal girişimi doğrudan doğruya ABD devletinin desteklediği terörist bir hareketti. Baba Bush'un, CIA'dan eski dostu Manuel Noriega'nın yakalanıp, sesi bir daha duyulmasın diye Florida'da bir yeraltı hapishanesine konulması için 36 bin askeri Panama'ya göndermesi de böyle terörist bir davranıştı. Babası zaten birinci sınıf bir teröristken, kaba saba oğlundan ne beklenir? 1958'de CIA, Endonezya Başkanı Sukarno'yu devirmek için Sumatra Adası'nda bir darbe hazırladı, silahlandırdı ve finanse etti. Bu da, dünyanın en büyük Müslüman ülkesine karşı açık bir ABD devlet terörü eylemiydi. Sukarno'ya yönelik, doğrudan CIA tarafından desteklenen tam beş öldürme girişimi oldu. J.F. Kennedy Endonezya ile yeniden normal ilişkiler kurdu. Fakat Kennedy öldürüldükten hemen sonra, L.B. Johnson, Sukarno'ya karşı ikinci topyekün silahlı darbe için hazırlık yapılmasına razı oldu. 1 Ekim 1965'de General Suharto vatana ihanet etti ve Jakarta'da yönetime el koydu. CIA bu suçu bütünüyle destekledi. Suharto'nun askeri faşist diktatörlüğü 1998'e kadar iktidarda kaldı ve bu süre içinde Washington ve -Hollanda dahil- diğer Batılı ülkeler tarafından finanse edildi. Batı'nın tüm zengin ülkeleri ve Japonya, bu kana susamış | |
[pagina 149]
| |
kitle katillerini destekleyerek Müslüman Endonezya'ya karşı teröristçe davranıyordu. Amerikan kamuoyu, ABD başkanlarının diğer ülkelere ve halklara yapılmasına izin verdiği kötülüklerin boyutlarından büyük ölçüde habersiz. CIA ve ABD Büyükelçiliği, güvenlik açısından tehlikeli görülen Endonezyalıların listesini Suharto'ya vererek desteğini sundu. Darbeci general bu şüphelilere yönelik ülke çapında bir sürek avına girişti. Kan dökmekten öylesine zevk aldı ki, biraz daha boğaz kesmeye karar verdi. Suharto, kendi halkının üzerine paramiliter komandolarını salmaktan sorumludur; bunu yapmasını ona söyleyen ise CIA'dır. Yüzbinlerce masum Endonezyalı, kurşundan tasarruf etmek için bıçaklarla doğrandı ve nehirlere atıldı. Washington da Suharto'ya, uzak bir ada üzerinde yüzbinden fazla masum insan için klasik bir toplama kampı inşa etmesine yardım etti. Henry Kissinger da aynı şekilde, Şili'de benzer bir ada-kamp kurması için Pinochet'ye yardım etti. Suharto onları yıllar sonra serbest bıraktı ama nüfus kağıtlarına Tapol (eski siyasi tutuklu) damgasının vurulmasını sağladı. Hitler de Yahudilerin giysilerine sarı yıldız takmalarını emretmişti. Ne farkı var? Tapollar, Suharto tarafından böyle damgalanarak, yaşamlarının geri kalan kısmında toplumdan dışlanmış kişiler olarak yaşamaya mahkum ediliyordu. Naziler de Avrupalı Yahudilere, onları imha kamplarına göndermeden önce, aynı şekilde davranıyordu. Suharto gerçek bir CIA kuklasıydı. CIA onun koruyucusuydu. Washington, daha fazla insan öldürebilmesi için ona para ve silah temin eden başlıca destekçisiydi. Amerika bu teröristi hâlâ koruyor. Jakarta'da yeni ve demokratik biçimde seçilmiş hükümetin bu caniyi adalet önüne çıkarma yönündeki tüm girişimleri engelleniyor, çünkü Washington buna izin vermiyor. ‘Tüm eski CIA işbirlikçileri, işlemiş oldukları suçlar ne olursa olsun, Washington tarafından ölümüne kadar korunur’ şeklindeki altın kural yürürlüktedir. ABD seç- | |
[pagina 150]
| |
menlerinin ve yurttaşlarının çoğu, ABD'nin yabancı ülkelerde işlediği suçlarla ilgili bu ayrıntılardan haberdar değil. Milyonlarca insanın yaşayıp yaşamayacağına, onlar adına, hiçbir ceza görmeden terör uygulayan hükümetteki birkaç kişinin karar verdiğinin farkında değiller. Endonezyalılar, George Bush'un, Amerika'nın tek istediği şeyin 11 Eylül'de 3 bin Amerikalının öldürülmesinin sorumlusu olarak Usame bin Ladin'i yargı önüne çıkarmak olduğunu ileri sürdüğünü işitince, kendi kendilerine soruyorlar: Öyleyse, 500 bin masum Endonezyalının toplu kıyımından dolayı Suharto'nun adalet önüne çıkarılmasına Bush'un adamları tarafından neden izin verilmiyor? Kısa cevap: Amerikalıların kendisi en berbat türünden teröristlerdir. Uzun cevap: Amerikan halkı, seçerek göreve getirdiği insanların yapabileceği kötülükler hakkında hiçbir fikre sahip değil Safça, Kongre'nin denetimi elinde tuttuğunu sanıyorlar. Bu doğru değil. ABD demokrasisi gerçekte, kitleleri aldatmak için oluşturulmuş dev bir sis perdesidir onun arkasında düzenbazlar ve sözde profesyonel politikacılar kendi kirli ve çoğu kez yasadışı oyunlarını oynuyorlar. Bir süre önce bir İspanyol yargıç safça, bir başka ABD korumalı faşist diktatörü, Augusto Pinochet'yi, Şili'nin Suhartosu'nu mahkeme önüne çıkarmanın mümkün olabileceğini düşündü. O da CIA tarafından tasarlanmış bir darbeyle iktidara getirilmişti. Gazeteci Christopher Hitchens, Kissinger'in hikayesini ‘Mahkeme’de (Verso Publishers, New York, 2001) anlatıyor. Yazar, okurlarını, Nixon yönetimi içindeki en güçlü adamın adi bir savaş suçlusu olduğuna ve Lahey'deki Savaş Suçları Mahkemesi'ne gönderilmesi gerektiğine, açık seçik ifadelerle ikna ediyor. İspanyol yargıç birkaç yıl Pinochet'ye hayatı zehir etmeyi başardı ama bir kez daha, o da Washington tarafından son nefesine kadar koruma altında tutulduğu için, bu savaş suçlusunun adalet önüne çıkarılmasının | |
[pagina 151]
| |
tümüyle imkansız olduğu açığa çıktı. Amerikalılar, birçok Şililinin, CIA'nın ve suç ortağı katillerinin işlediği çok sayıdaki suçtan dolayı kendilerine kızgınlık ve nefret duymalarına şaşırmamalıdır. Doğal olarak, Latin Amerika'da giderek daha fazla insan, ABD'nin aslında nasıl onların işlerine karıştığını, hükümetlerini devirdiğini ve onları sömürdüğünü anlamaya başlıyor. Fidel Castro ve Che Guevara'nın 1959'dan beri onlara söylemekte olduğu, işte buydu. 11 Eylül'den sonra Amerikalılar tekrar tekrar kendilerine soruyor, neden yabancılar ABD'den bu kadar çok nefret ediyor? İşte bir cevap. ABD'liler şunu anlamalı: Sözgelimi Endonezya'daki milyonlarca Müslüman, CIA'nın kural tanımaz faşist generaller tayfasını 1965'den 1998'e kadar nasıl başlarına musallat ettiğini unutmadı. Aynı zamanda onların ülkesi, sözde ABD'li ortaklar, yatırımcılar ve hayırseverlerle işbirliği içinde soyuldu, yağmalandı ve milyarlarca dolar dış borç yükü altına sokuldu. Milyonlarca Endonezyalının topluca Amerikan bayrağının hayranı olmamasının ve ABD'lilerin ebediyen yok olduğunu görmekten memnuniyet duyacak olmalarının nedeni işte budur. Onlar yalnızca, hain Suharto ile eşini, dostunu gangsterlere ve milyarderlere çeviren sözde dost ABD'li işadamları ve hırsız baronları tarafından, yeni yeni gelişmekte olan ülkelerinin zenginliklerinin nasıl yağmalandığını ve tahrip edildiğini çok iyi anlıyor. Belki de Washington 1949'da Endonezya'nın bağımsızlığını elde etmesiyle ilgili görünür ve Hollanda'ya Asyalı sömürgelerini terk etmesi için baskı yaparken başından beri gizli emeller beslemişti. Ülkenin doğal kaynaklarından kendi payını isteyen Japonya'yı bir yana bırakalım. Endonezya dünyanın bugüne kadar kalan tropikal ormanlarının yaklaşık yüzde 10'una ev sahipliği yapıyor. Suharto ve Bob Hasan adlı bir düzenbaz (CIA onu korumakta yarar görmediği için şimdi hapiste) ceplerini dolar ve yenlerle doldurmak için gözü doymaz bir orman kıyımına izin verdiler. Har- | |
[pagina 152]
| |
vard Tropikal Ormanlar Ekoloji Laboratuvarı, söz gelimi Borneo Adasında Gunung Palung Ulusal Parki'ndaki 90 bin hektarlık tropikal hazinenin üçte ikisinin, Suharto ve Hasan için çalışan oduncular tarafından yok edilmiş olduğunu belirledi. En azından 70 milyon metreküp kütük, 13 nehir kıyısındaki 252 yasadışı toplama yerinde depolanmıştı. Otuz yıldan fazla zamandır ABD destekli gangsterler kendi bildikleri gibi davrandılar. Ve bu yüzden bir çok Endonezyalı bin Ladin'e ve Arap özgürlük savaşçılarının New York ve Washington'a saldırmayı başarmasına yakınlık duyuyor. Nihayet kendi içlerinden birisi, Amerikalıların uzun yıllardır onlara yaptıklarını, en azından kısmen, ABD'ye yapmıştı. Washington 3 bin Amerikalının öldürülmesinin intikamını almak için topyekün bir küresel savaş başlatmakta kendisini özgür hissediyorsa, neden Endonezyalılar CIA'nın yerleştirdiği bir diktatörün eliyle öldürülen beşyüzbin insanın öcünün alınmasına hak vermesin? 2000 yılında, Abdurrahman Vahit Endonezya'nın geçici başkanı iken, Washington'dan Jakarta'daki Merdeka Sarayı'na bir misafir geldi. Gelen, şirket danışmanı Bay Henry Kissinger'dı. Görünüşe bakılırsa, Vahit daha önce İsveç'in bu adama Nobel Ödülü vermiş olduğunu hatırladı. Misafir büyük bir saygıyla karşılandı. Tesadüf eseri, hem İsveçliler hem Vahit, Henry'nin, bir başka kötü adam, Nixon adına dışişlerini yönetirken Vietnam savaşını Laos ve Kamboçya'ya yayma becerisi göstermiş olduğunu gözardı etmişti. ABD'nin Asya'daki ikinci savaşı sırasında en yoğun ve uzun süreli bombalama kampanyalarının bazılarının sorumlusu, yine Kissinger'dı. Yalnızca bu terör eylemleri bile onu Lahey'deki Savaş Suçları Mahkemesi için birinci sınıf bir sanık adayı yapar. Bu durumda Kissinger, CIA ve Beyaz Saray'ın korumasından yararlanır. Miloşeviç'in böyle bir hakkı yoktur. Henry, ABD madencilik sektörünün İrian Jaya adlı Endonezya adasındaki çıkarlarını korumak amacıyla | |
[pagina 153]
| |
Jakarta'ya gelmişti. Faşist koruyucuları Suharto'nun ev hapsine alınmasından sonra, Amerikalı işadamları, Henry'den, Endonezya'daki ABD şirketlerinin kârlarını azaltmaya yönelik yeni artırılan vergileri iptal etmesini sağlamak üzere biçare Vahit'i güçlü sözleriyle etkilemesini istemişti. Vahit, Kissinger'ın azarlama ve yakınma yaylım ateşinden öylesine etkilendi ki, orada bekleyen gazetecilere, bu beyefendiyi Washington'dan Endonezya Başkanı'nın özel danışmanı olması için davet etmiş olduğunu açıkladı. ABD savaş suçlarının Talleyrand'ıGa naar voetnoot(*), dünyanın en büyük Müslüman ülkesinin yönetiminde söz sahibi olmuştu. Çoğu kez gerçek, kurgudan daha şaşırtıcıdır. Komünistler Endonezya'da terörist ve emperyalist suçlar işliyor muydu? Çinliler suçlu muydu? Ya da Sovyetler? Hayır, hiçbiri değil. 17 Ağustos 1945'de bağımsızlığını ilan etmiş olan Endonezya, bu yeni doğmuş ülke, ilk olarak, 1950'ye kadar süren Hollanda terörizmiyle karşılaştı. İşin doğrusu, Hollanda'nın iktidarı Sukarno'ya devretmesini şantaj yoluyla sağlayan, Washington'du. Truman yönetimi, Hollanda eğer Endonezya'ya karşı savaşı durdurmazsa, II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ülkelerine verilmekte olan Marshall Planı yardımını kesmekle tehdit etti. Endonezyalılar, Amerikalıların onların özgürlük mücadelesini samimi niyetlerle desteklediğini zannetti. Ancak kısa sürede farkına vardılar ki, Washington eski sömürgecilere, onların yerlerini alabilmek için, hemen sömürgeleri terk etmedikleri için kızgındı sadece. ABD'liler, Endonezyalıların tanıdığı en paragöz, en vicdansız emperyalistlerdi. Yabancı topraklar ve kaynakları üzerindeki ABD hakimiyeti, daima, dünyanın her tarafındaki askeri üslerde konumlanmış savaş gemileri, uçak gemileri ve yükseklerden uçan B-52'ler tarafından destekleniyor. Son zamanlarda, eski Sovyet Orta Asya devletlerindeki | |
[pagina 154]
| |
havaalanları ABD emperyalizminin daha da genişlemesi için kullanılmaya başlandı. Amerika'nın askeri, ekonomik, endüstriyel ve finansal toptan egemenliği doğrultusundaki bu durdurulamaz harekete karşı, Kolombiya'dan Endonezya'ya kadar, dünyanın her köşesinde silahlı muhalefet görülüyor. El Kaide, ABD hegemonyasının daha da yayılmasını engellemeye çalışan birçok direniş grubundan yalnızca biri. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz'in 9 Ocak 2002 tarihli The New York Times'da James Dao ve Eric Schmitt'e söylediklerini okuyunca insan hayretler içinde kalıyor. Wolfowitz, Afganistan'daki ABD zaferinden dolayı övünüyor ve Washington'un terörizme karşı savaşını şimdi nerede sürdüreceğine ilişkin acilen araştırmaya başladığını söylüyordu. Onun sözleri, bin Ladin'in neden dünyanın ezilen halkları arasında bu kadar sevildiğini, açıklığa kavuşturuyor. Öyle görünüyor ki, Wolfowitz, yüce Tanrının dünyaya asayiş ve düzen getirmek için Amerika Birleşik Devletleri'ni seçtiğine inanan Washington'daki hergelelerden biri. Doğal olarak, -babası gibi- II. Bush da, Amerikan güç ve etkinliğini tüm insanlığa yayma arayışında, Beyaz Saray'da ona yardım etmesi için bir sürü kötü ünlü şahini seçti. Bu iş için çok sayıda 'he-man'e (bir çizgi film kahramanı) ihtiyacı vardı. 1980'li yıllarda Endonezya'da Büyükelçi olan Wolfowitz, bu çeşit sert erkeklerden biriydi. Orada Suharto'yla, Güneydoğu Asya'dan çıkan en acımasız teröristle top oynuyordu. Konu hakkında orada uzmanlaşmış olmalı. Wolfowitz, Times muhabirleri Dao ve Schmitt'e, - Endonezya'nın kurucusunun en büyük kızı olan- Başkan Megawati Sukarno'nun ‘son derece zayıf’ olduğunu söylüyor, ki kuşkusuz doğru. Megawati ile yaptığım görüşmeler de bunu doğruluyor. Bununla birlikte, Endonezya tarihinin bu anında onun başka seçeneği yok. Seçimi kazandı çünkü birleşme ve bu tropikal takımadayı bir arada tutma hedefiyle halkı kendi etrafında toplayabildi. 1998'de askeri diktatör Suharto'nun dü- | |
[pagina 155]
| |
şüşünden bu yana Aceh, Moluccas ve İrian Jaya'da bağımsızlık hareketleri ortaya çıktı. Bu yüzden Times'ın muhabirleri Wolfowitz'e, 'Terörizme Karşı Savaş'ta sıradakinin Endonezya olup olmadığını sordu. Pentagon'un gerçekten Endonezya'daki militan Müslümanları ve Usame bin Ladin'le muhtemel bağlantılarını yakından izlemeyi sürdürdüğünü söyledi. ‘Radikal müslümanların ve teröristlerin, Endonezya'daki Müslüman gruplarla bağlantı kurma ve aslında terörizme karşı olan bu ülkede kendilerine barınacak bir köşe bulma potansiyeline sahip olduğunu görüyoruz’ dedi, Orada zaten ‘Cihadın Askerleri’ adlı Javalı bir grup var, Bu grup, komşu Sulawesi adasında ardında 500 ölü, 10 bin yakılmış bina bırakan ve 80 bin kişinin adadan göçetmesine neden olan ciddi bir karışıklık yarattı. Bir sonraki, Yemen, Somali, Sudan, Irak ya da hatta Kuzey Kore mi olacak? Bush, terörizme karşı küresel bir savaş sözü verdi. Ettiği sözlerin akla mantığa sığar yanı yok. Kendisini başarılması imkansız bir işe koştuğunu ne zaman anlayacak? Şimdiye kadar, bin Ladin'i bulma uğruna Afganistan'ın büyük bölümü tahrip edildi. Washington, Molla Ömer'in izinde olduğunu söyledi ama o motosikletine atlayıp kaçtı ve ortadan kayboldu. Baş firari sanki oyun oynuyor, bir orada bir burada görünüyor. Bir kısım ABD medyası bin Ladin'in Tora Bora dağlarındaki ağır bombardıman sırasında ölmüş olduğunu ileri sürdü. Fakat sonra, bir gün ansızın El Cezire televizyon kanalı, bin Ladin'i canlı, iyi durumda ve gelecekte ne yapacağına ilişkin düşüncelerini özetlerken gösteren bir video kasetini ortaya çıkardı. Taliban haftalarca önce silahlarını bırakmışken ve El Kaide tutukluları Küba'daki (2002 yılında orada olmaması gereken) anakronik ve emperyalist ABD askeri üssü Guantonamo'ya uçakla gönderilirken, Afganistan'daki savaşın yönetildiği Tampa, Florida'da üslenmiş ABD karargahı geniş çaplı bombardıman emirleri vermeye devam ediyordu. Birinci sınıftaki bir çocuk bi- | |
[pagina 156]
| |
le, bu aşağılık, ölüm saçan saldırıların birinci dereceden savaş suçları olduğunu bilir. 7 Ocak 2002 tarihli The Guardian'da Rory Carroll, Qalaye Niazi'den, biri B-52 ve ikisi B-1B olmak üzere üç Amerikan uçağının orayı yakıp yıkmış olduğunu bildiriyordu. Yerdeki Amerikan Özel Güçleri telsiz mesajı almıştı; eski Taliban elemanları orada saklanıyor diye katliam yapmaya hakları olduğunu düşünüyorlardı. Bilgiyi yerel ‘muhbirler’den almışlardı. Belli ki önceden bu bilgiyi kontrol etme ve doğrulama gereği duymadılar. Bombardıman uçakları, arkalarında ölüm ve yıkım bırakarak çekip gittiler. Bu, doğrudan Bush'un, Cheney'in ve Rumsfeld'in sorumlu olduğu terörist bir hareket değilse, bilmem ki başka nedir? Bu üçü, Slobodan Miloşeviç'le arkadaşlık etmek üzere Lahey'deki Savaş Suçları Mahkemesi'ne gönderilmelidir. Eski Yugoslav başkanın iyi bir satranç oyuncusu olduğunu göreceklerdir. Tampa'daki ahmakların bir sözcüsü, Bush'un güçlerinin Qalaye Niazi'de amaçlanan dışında bir hasara neden olduğuna ilişkin hiçbir kanıt bulunmadığını söyledi. Bu arada, Bush'un başında olduğu Beyaz Saray'daki teröristler aynı şeyi bütün Afganistan'da yaptı ve yapmakta. Muhabir Carroll, ‘kanlı çocuk ayakkabıları ve çorapları, kanlı okul kitapları, saçları örgülü bir kadının kafa derisi, düğün süslemeleri... Köylülerden, kadınlardan, çocuklardan ve düğünün misafirlerinden kalanlar yalnızca bunlardı’ diyor. Carroll devam ediyor: ‘Bombardıman uçakları sabahın erken saatlerinde geldi. Hassas güdümlü bombalar köydeki beş binanın hepsini yok etti. Bir saat sonra gelen ikinci saldırı dalgası, binalardan biraz uzaktaki 13 metrelik üç çukurun kenarında, yıkıntıyı kazıp saç ve vücut parçalarından cesetleri teşhis eden insanları ve kaçmaya çalışanları vurdu. Köylüler iki gün sonra kürekler ve traktörlerle kalanları çıkardılar. Bir el, bir ayak bileği, bir parça kafatası, bazen bütün bir gövde; bunların bir kısmı her birinde birkaç cesedin bulundu- | |
[pagina 157]
| |
ğu söylenen 11 mezara gömüldü. Bir kısmını da Khost'dan gelen akrabalar dağlarda gömmek üzere götürdü. Oraya vardığımda, hâlâ insan vücudu kalıntıları ve koyun, köpek ve sığır leşleri buldum, üzerlerinde iki karga daireler çiziyordu. Bir köylü, 32 kişinin öldüğünü söyledi. BM yetkilileri 10'u kadın, 25'i çocuk 52 kişi dedi. Bay Muhammet en az 80 ölüden söz etti. Başka köylüler 92 dedi. Gardeze'deki hastane personeli 107 ölü olduğunu söyledi.’ Bush'un Tampa'daki kafadarları dünyaya ‘amaç dişı hasar yok’ diyordu. Amerikalılar, süper bombaları, süper bombardıman uçakları, süper savaş gemileri ve uçak gemileri ile süper teröristlerdir. Bunlar, kendi bilgisayar oyunlarını bütün dünyada gerçek insanlar üzerinde uygulayan general ve amirallerin elindeki tehlikeli ve patlayıcı oyuncaklardır. Bush ve Şaron'un pekçok ortak yönü var. Oniki yaşındaki bir çocuğun olgunlaşmamış beynine sahipler. Her ikisi de Müslüman dünyasının güçlü unsurlarının saldırısı altında. ABD ve İsrail emperyalizmine karşi mücadele eden Müslüman özgürlük savaşçılarıyla karşılaştirıldığında çok üstün ateş gücü kullanıyorlar. Bush ve Şaron, ellerini ayaklarını birbirine dolaştıran ve itibarlarını yitirmeden nasıl sona erdireceklerini bilemedikleri bir şiddet kısır döngüsüne yakalandı. Clinton'un tersine Bush, Yaser Arafat'la hiç görüşmedi bile. Bu da, hileyle kazandığı bir seçim sayesinde, dünyadaki en acımasız ve en güçlü lider haline gelen adamın ne kadar acınası bir budala olduğunun altını çiziyor. II. Dünya Savaşı'ndan beri Washington bütün dünyadaki çatışmalı bölgeler ağına giderek daha fazla müdahale etti ve giderek daha fazla bu ağın iplerine dolandı. ABD bir bataklıktan çıkıp bir başkasına saplandı. İnsanlıgın, ABD hayat tarzını kayıtsız şartsız benimsemesi gerektiğine inanmaları yüzünden, Amerikalılar, belki de diğer insanların, uygarlıkların ve dinsel sistemlerin daha uzun geçmişe sahip, çok daha bilge ve bazı durumlarda bir sürü yeni zengin Texas petrol zen- | |
[pagina 158]
| |
gininden daha saygıdeğer oldukları basit gerçeğine gözlerini kapadılar. İnsanlara ne yapmaları gerektiğini ve onlar için en iyi şeyin ne olduğunu dikte eden Amerikalılara karşı muhalefet her yerde yükseldi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Washington, dünyada, pek çok değişik türde bin Ladin'le karşılaştı. CIA'ya onları araştırması ve eğer gerekiyorsa, öldürmesi emredildi. Bunlardan ilki, eski Belçika Kongosu'nun demokratik biçimde seçilmiş ilk Başbakanı Patrice Lumumba, kelimenin gerçek anlamıyla, parçalandı; çünkü Belçikalılar ve Amerikalılar onun söylediklerinden hoşlanmıyordu. 1961'de, bu işlere Soğuk Savaş adı kondu. SSCB korkusuyla sürdürülen bu savaş, Marksist kafirlere karşı bir haçlı seferi bayrağı altında Washington'un her yerde terör suçu işlemesini mümkün kıldı. İlk asilerden bir diğeri Fidel Castro'ydu. John Kennedy, ne pahasına olursa olsun onun zehirlenmesini veya vurulmasını istedi. Çünkü eğer Küba sosyalist bir cennet olursa, Latin Amerikalı domino taşları birbirinin peşi sıra düşecekti. Böylece Amerikan tekelci kapitalizmi kendisini çöplükte bulacaktı. Castro'nun hayatına kasteden tüm girişimler başarısız olunca, Washington Küba halkını topyekün bir ambargo ile boğma taktiği üzerinde yoğunlaştı. Bu da, sevgili Amerikan okuyucularım, devlet terörizmidir. Sizin ve öteki aşırı zengin ülkelerin çıkar sağladığı eski sömürgeler ile sömürülen halklar ve devletler, yeni ve ABD'den farklı bir toplum, önceliğin insanda olduğu ve çokuluslu şirketlerin, bankaların ve petrol işi yapan düzenbazların sonunun geldiği bir devlet kurmaya çalışınca, bu ülkelere suikastlarla, hükümet darbeleriyle, B-52'lerle müdahale etme hakkını size kim verdi? 11 Eylül'de Batı medyası, bin Ladin'in dünyadaki en azılı suçlu olduğu ve Beyaz Saray tarafından ölü ya da diri arandığı yaygarasını kopardı. Dallas'da J.F. Kennedy öldürülünce de aynı medya, yüzyılın suçunu işlemesi için Lee Harvey Oswald'a Castro'nun emretmiş olduğunu haykırıyordu. Birazdan göreceği- | |
[pagina 159]
| |
miz gibi, böyle bir şey yoktu. Fort Worth'daki anne Marguerite Oswald'ı ziyarete gittim; gelini ile birlikte Dallas Emniyet Müdürlüğü'nde oğluyla konuşmuştu. Lee, Kennedy'yi öldürdüğünü inandırıcı biçimde reddetmişti. O, CIA tarafından asıl suçluyu gizlemek için suçlanmıştı. Birkaç gün sonra, Lee, Jack Ruby adlı ne olduğu belirsiz bir gece kulübü sahibi tarafından nezarette öldürüldü. Pratikte bunun anlamı şuydu, Washington artık dünyaya, ölen adamın kesinlikle başkanı öldüren kişi olduğunu söyleyebilecekti. Castro'nun cinayete ilişkin sözde sorumluluğu, gazetelerin ön sayfalarından, göründüğü kadar hızlı biçimde kaybolmuştu. Belki de, bin Ladin ve 11 Eylül konusunda, tarih kendisini tekrarlıyor. Bu arada, Oliver Stone ve filmi "JFK" de dahil hiçkimse, 22 Kasım 1963'de gerçekten ne olduğu konusunda kabul edilebilir bir açıklama bulmayı başaramadı. Çok sonraları gerçek suikasta ilişkin Abraham Zapruder'in filmi ortaya çıkınca açıkça görüldü ki, kurşunlar başkana iki yandan isabet etmişti. Aslında birçok Kennedy olayı uzmanı Dallas suikastının askeri hassasiyetle uygulanmış klasik bir pusu olduğunda birleşiyor. Yine de pek çok Amerikalı 2002 yılında, olaydan 40 yıl sonra hâlâ Kennedy'nin tek başına davranan Castro yanlısı çılgın bir katil tarafından öldürüldüğünü düşünüyor. Oswald'a yakın olan George de Mohrenschildt ve diğer kişilerin film kayıtlarından biliyorum ki, gerçekte o Kennedy taraftarı olduğunu açıkça söyleyen biriydi. İnsanlar, akılcı açıklamalar onların gerçekliğe ilişkin hatalı ve karışık yorumlarını çürütse bile, inanmak istediğine inanıyor. Herkes gibi çoğu Amerikalı da komploların gerçek olabileceğini kabul etmek istemez. Amerikalılar, Washington'da ve özellikle çok sevilen Beyaz Saray'ın Oval Ofis'inde neler olup bittiğini yansıtan, Watergate, İrangate, Irakgate ve -şu sırada en hararetli anında olan-Enrongate uzun skandallar dizisinin varlığını görmez- | |
[pagina 160]
| |
den gelmek için bir zihinsel at gözlüğü geliştirdi. Zaman zaman süper gizli istihbarat servisleri ile birlikte çalışan başkanın kendisinden bile bağımsız biçimde iş gören ‘Görünmez Hükümet’in gizli faaliyetleri konusundaki gerçeküstü tartışılmazlık zırhı varlığını sürdürüyor. İnsanlaı bunun hakkında, anlamak şöyle dursun, duymak ve düşünmek bile istemiyor. Psikolog Daniel Goleman, Henrik İbsen'in oyunlarının birinden, kafalarımızdaki bu tuhaf mekanizmanın ‘rahatsız edici gerçeği, büyük bir yalanla’ değiştirebildiğini açıklayan bir alıntı yapıyor (Büyük Yalanlar, Yalın Gerçekler, Kendini Kandırma Psikolojisi, Simon & Schuster, New York, 1985). Başka deyişle, insanların bilincinden kaçırılan bazı önemli bilgi parçalarıyla bir kanaat şekillendiriliyor ve sürdürülüyor. Küçük bir dikkatsizlik, muhtemelen, şeyleri gerçekte olduğu gibi görmemizi önleyici bir psikolojik metafor olan, bir kör nokta yaratır. Birisine, Oswald'ın J.F. Kennedy'yi, Sirhan Sirhan'ın R.F. Kennedy'yi, James Earl Ray'in Martin Luther King'i öldürdüğünü söylemek çok kolaydır. Prenses Diana bir otomobil kazasında öldü. Onun şoförü yorgundu ve uyuşturucu kullanıyordu. Mercedes'in kontrolünü kaybetti. Diana'nın, sevgilisi Müslüman playboy Dodi el Fayed'in ve şoför Henri Paul'ün ölmesinin nedeni budur. Yalnızca koruma görevlisi Trevor Rees-Jones hayatta kaldı. Çoğu insan hiç düşünmeden büyük bir yalanı rahatlatıcı bir gerçek gibi kabul eder, prensesin planlı bir cinayete kurban gitmesi olasılığı hakkında düşünmek bile istemez. Fakat daha sonra adım adım, gerçekte ne olup bittiği, kimlerin ölenlerin düşmanı olduğu, büyük güç sahiplerinin neden onları öldürmek istediği hakkında daha fazla ayrıntılı bilgi edindik. Gordon Thomas ‘Mossad'ın Gizli Tarihi’ni yayınladı (St. Martin's Press, New York, 1999). İlk kez, kapsamlı bir araştırmanın sonucu olan bu kitapta, İsrail İstihbarat Servisi'nin İngiliz tahtının varisi olan Prens William'ın genç annesi ile onun Müslüman sevgilisi, milyarder Muhammet el Fayed'in | |
[pagina 161]
| |
oğlu arasındaki aşkı nasıl takip ettiğini ayrıntılarıyla okuduk. İsrail casusluk teşkilatı, zengin bir Müslümanın İngiliz kraliyet ailesine girmesini umulmadık sonuçlar yaratabilecek tehlikeli bir gelişme olarak görüyordu. Olanlara bakılınca, Mossad'ın bu düşüncenin gereklerini yerine getirdiği görülüyor. Peki onları nasıl ellerine geçirdiler? ECHELON'un, (ABD Ulusal Güvenlik Ajansı'nın en duyarlı ve son derece gizli casusluk sistemlerinden biri) bu çifte yönelik gizli izleme faaliyetinin sonucu olarak Dodi ve Diana arasındaki konuşmalardan oluşan 1050 sayfalık belgeye sahip olduğu açığa çıktı. Baba Muhammet el Fayed, bu belgeleri almak için şiddetli bir hukuk savaşı veriyor. ‘Bu küresel elektronik ağı gerçekten insanın aklını başından alacak boyutlara sahip’ diye yazıyor Thomas. ‘O, uyduları bir dizi yüksek hızdaki paralel bilgisayara bağlıyor. Sistem, NSA'nın (Ulusal Güvenlik Ajansı) ve onun bilgileri paylaşmaya izin verdiklerinin -bunlardan biri İngiltere'dir- dünyadaki hemen hemen tüm elektronik iletişimi kaydedip deşifre etmesine imkan tanıyor.’ Dodi Diana'nın hayatına girince, otomatik olarak ECHELON'un faaliyetinin konusu haline geldiler. 1997'de baba el Fayed, casus uyduları ile bağlantılı düzeneğe eklendi. Pratikte bu, ECHELON'un, sözgelimi Sardunya Körfezi açıklarındaki ‘Jonikal’ yatında tatil yapan Dodi ve Diana arasındaki konuşmalardan derlenen kayıtlara sahip olduğu anlamına geliyor. Diana gergin ve sinirliydi çünkü gazeteciler ve fotoğrafçılar tarafından botlarla her yerde izleniyorlardı. 28 Ağustos 1997'de Dodi'ye, hemen Paris'e gitmek istediğini söyledi. Bir Gulfstream IV özel jetinin ertesi gün Fransa'ya uçmak için hazırlanması emredildi. Thomas, Washington'daki kaynaklarına dayanarak NSA'nın elindeki bantların, çiftin evlenmek niyetinde olduğunu doğruladığını, baba Muhammet el Fayed'in de söylemiş olduğu gibi, saptadı. Baba, diğerlerinin yanı sıra eski bir üst düzey Scot- | |
[pagina 162]
| |
land Yard dedektifi olan John MacNamara'yı tuttu. O da İsviçre'deki eski M-16 görevlisi Richard Tomlinson'u buldu. Tomlinson, Paris'teki M-16 bürosunda Slobodan Miloşeviç'in benzer şekilde bir tünelde öldürülmesi planına ait belgeler görmüş olduğunu ifade ediyordu. Eski Yugoslavya Devlet Başkanı bu bilgiyi, CIA'nın kuklası ve Lahey'deki kötü ünlü Savaş Suçları Mahkemesi'nin sözde ‘bağımsız savcısı’ Carla del Ponte'ye karşı hukuk savaşında kullanmalıdır. Bir savaşın galipleri, çoğu kez kaybedenlerinkiyle aynı suçları, belki daha da kötüsünü işledikleri halde daima serbest kalırlar. ‘Belgelerde tavsiye edilen silah, hedef aracın şoförünü geçici olarak körleştirmek için kullanılabilecek, yüksek güce sahip lazer ışınıydı’ diye yazıyor Gordon Thomas. Bu yöntem M-16 tarafından başka suikastlarda da kullanılmıştı. İfşaatlarından sonra Tomlinson'un ABD, Avustralya ve Fransa'ya girişi yasaklandı çünkü o Resmi Sırlar Yasası'nı ihlal ederek siyasi bir suç işlemişti. Yalnızca İsviçre ona sığınma hakkı tanıdı. Sardunya'dan Paris'teki Le Bourget'e uçuş sırasında bile çift ECHELON tarafından izlendi ve konuşmaları Maryland'daki Fort Meade'de bilgisayarlara kaydedildi. Oradan yararlı görülen bölümler İngiltere'nin iletişim merkezi GCHQ'ya aktarıldı. Thomas bu konuyu İsrail'in en renkli kıdemli casuslarından biri olan Ari Ben-Menashe ile tartıştı. Menashe on yıl (1977-1987) İsrail Savunma Güçleri'nin Dış İlişkiler Dairesi'nde görev yapmıştı. ‘Hedefe çok yakınsın’ dedi Ben-Menashe Thomas'a, ‘ama ne kadar yakın olduğunu söyleyemem.’ El Fayed Ari Ben-Menashe'yi de tutmak istedi ama başaramadı. Baba, oğlunun ve Diana'nın ölümünün arkasındaki gerçeği bulmak için hakikaten zorlu bir mücadele yürütüyor. Batı mahkemelerinde bir Müslüman nasıl kazanabilir? 11 Eylül'e yakından bakınca bu olaylar akla geliyor. Usame bin Ladin'in sonradan gelen açıklaması, onun bu operasyondan sorumlu olmadığını ama öte yandan | |
[pagina 163]
| |
bunun olmasından memnuniyet duyduğunu belirtiyordu. Cruise füzelerini başka ülkelere göndermenin ne demek olduğunu bizzat Amerikalılara göstermenin zamanı gelmişti. Bin Ladin devam ediyordu; belki de bu saldırı, İngilizlerin 1812'de Beyaz Saray'ı yakmalarından beri ilk kez, Amerikalılara, böylesi patlayıcı maddelerin insanlar, evler, binalar ve genel olarak yaşam üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu göstermek anlamına geliyordu. Daha sonra ABD'nin kara birlikleri, eski bir El Kaide meskeninde bir video kaseti bulduklarını söylediler. Bu kasette bin Ladin veya onu andıran biri WTC'ye (Dünya Ticaret Merkezi) yapılan saldırıyı ele alıyordu. Bu kayıtta, bir inşaat mühendisi olarak kendisine bir yolcu uçağı WTC kulesine çarparsa ne olacağı sorulunca, belki iki katın çökeceği cevabını vermiş olduğunu aktarıyordu. O ayrıca, bu yapıların bir bütün olarak yıkılacağını hiç düşünmediğini söylüyordu. Bu sözler, eğer videodaki adam gerçekten bin Ladin'se, onun 11 Eylül operasyonlarının sorumlusu olduğunu kanıtlar mı? Washington bu arada tam on yıldır Irak'ı bombalıyordu ve eski Yugoslavya'da aynı şekilde binlerce insan ABD ve NATO hava saldırılarında ölmüştü. Washington, Balkanlar'daki son komünist otorite olan Slobodan Miloşeviç'i iktidardan düşürmek için mafya mensuplarından oluşan bir taşeron gerilla ordusunu silahlandırmış ve finanse etmişti. Pentagon ve CIA bu oyunu, Afganistan'da, onlar adına karadaki kirli işleri yapmaları için sözde kuzey ittifakı askerlerini silahlandırarak ve finanse ederek tekrarlamıştı. Hemen hemen hiçbir ABD'li yaşamını yitirmedi çünkü ABD bombardıman uçakları uçaksavarların ve yerden havaya füzelerin ulaşamayacağı kadar yüksekte kalıyordu. Hesaba katılmalıdır ki, Müslüman direnişi şiddet eylemlerine yöneldiği her keresinde, Ortadoğu'da veya başka yerde, bu meydan okuma eylemleri dünyaya ilan edilir. ABD'de 11 Eylül'de olanlar için, ne özel olarak | |
[pagina 164]
| |
her hangi bir kişiden, ne de çok sayıdaki Müslüman kurtuluş hareketinden ve her yerdeki özgürlük savaşçılarından böylesi bir üstlenme açıklaması gelmedi. 11 Eylül felaketi ya bir başka yerde tasarlandıysa? Şüpheler öncelikle ABD'nin kendisine yöneltilmelidir. Washington'un yaptığı kadar, neredeyse denetim dışı, üst düzey gizliliğe sahip devlet terörist cinayet operasyonları yapan, dünyada başka bir güç yok. Beyaz Saray ise çoğu kez bu operasyonları sessizce kabulleniyor ya da bunların emirlerini kendisi veriyor. Amerika'nın gerçek yüzüne ilişkin bu belirlemeleri yapan tek kişi ben değilim. Kennedy ailesi, bu ailenin yeni kuşaklarını oluşturan gençlerin ve Ted Kennedy'nin yaşamını tehlikeye atma korkusuyla, bir daha asla CIA sözcüğünü ağızlarına almaya cesaret edemedi. ABD devletinin mafyavari teşkilatlarının karanlık güçleri, şimdiye kadar hep Bush tayfasının dümende olmasını tercih etti. Bu, onların, dünya çapındaki ölüm saçan operasyonlarını yukardan gelen sıkı destekle sürdürmelerine imkan veriyordu. Bunun yakın bir örneği, yukarda belirtildiği gibi, Qalaye Niazi'deki felaketti. Bush ve Blair, bin Ladin ve El Kaide'nin fazlasıyla suçlu olduğunu haykırıyor. Onlar gerçekten suçlu mu? Bu iki beyefendi mahkemede ileri sürülecek hiçbir kanıt sunmadı. Her ikisi de Afganistan, Irak ve Yugoslavya'daki eylemleri hakkında apaçık yalanlar yaymakla sabıkalı olan Bush ve Blair'in sözlerine inanacak mıyız? Pearl Harbour konusunda Roosevelt'inkinden başlayarak, Amerikan başkanları halka kaç kez yalan söyledi? Binlerce Afganlının ölümünü kamuoyundan gizleyen Bush'u dinlemektense, başkanlık konutunun bir yan odasında Monica Lewinsky ile yaptığı oral seks hakkında yalan söyleyen Clinton'u dinlemeyi tercih ederim. Son mide bulandırıcı şaka ise, 2002 Nobel Barış Ödülü'nün Bush ve Blair'e verilmesinin düşünülmesidir. Biraz geriye gidelim; 1970'lerin başlarında ABD Senatosu, Amerikan istihbarat servislerinin bir dizi terör | |
[pagina 165]
| |
eylemi söylentisi üzerine bir soruşturma başlattı. Senatör Frank Church Komisyonu, rekor sayılabilecek bir sürede ABD'nin ülke içindeki ve dışındaki çok sayıda kirli oyununu, yasadışı cinayetlerini ve apaçık terörist eylemlerini gün yüzüne çıkardı. Bunun üzerine bu maceracı çocukları frenlemek için yeni kurallar ve düzenlemeler getirilmesi yönünde girişimde bulunuldu. Kimsenin bunları dikkate almadığını söylemeye gerek yok. Fakat II. Bush ve süper şahinlerinin iktidar salonlarına sökün etmesiyle birlikte, yine cehennem zebanileri zincirlerinden boşandı. Herkes biliyor ki, şimdi her şey mübahtır. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld bunu birkaç kez söyledi. Church Komisyonu, sözgelimi, 1960'ların başlarında Washington'un Sukarno'yu, ülkenin kurucusunu, iktidardan düşürmeye kararlı olduğunu ortaya çıkardı. Başkan Yardımcısı Richard Nixon onu 1956'da ABD'ye yaptığı ilk ziyarette ‘Bayım siz Endonezya'nın George Washingtonu'sunuz’ sözleriyle karşıladı. Ülkenin kurucusu ya da değil, ne olursa olsun, ABD onu devirip yerine faşist askeri diktatör Suharto'yu geçirdi. Bu cani, sırf ABD, Hollanda ve diğer zengin ülkeler onun rejimini silah ve parayla korudukları için 1967'den 1998'e kadar iktidarda kalabildi. Ancak Endonezya bir daha asla eskisi gibi olmayacak. 220 milyonluk Endonezya'nın üzerine çöken ABD destekli faşizmle geçen uzun yıllar bu takımadanın görünümünü ebediyen değiştirdi, yani en kötü biçimde demek istiyorum. Bu ülke tümüyle dağılabilir. Washington yarım yüzyıldan fazla zamandır terörist bir başkenttir. Bütün bu yıllar boyunca, dış dünyanın hakkında pek az şey işittiği ya da hiç işitmediği, kirli oyunlar oynandı. Eisenhower ve John Foster Dulles Endonezya'da 1958 darbesini hazırlarken, CIA içindeki uyanıklar Sukarno'ya zarar verecek bir yol bulduklarını düşündüler. Yandaşlarının ona karşı duyduğu büyük sevgi ve hayranlığı kırmayı planladılar. 1974'de ABD Senatosu Frank Church Komisyonu, | |
[pagina 166]
| |
CIA'nın bir Filipinliye, tıpa tıp Sukarno'ya benzemesi için estetik ameliyat yaptırmış olduğunu ortaya çıkardı. CIA, sonra bu adamı, ahlâki değerleri tartışmalı kadınlarla alçaltıcı cinsel ilişkiler içinde gösteren bir filmde oynattı. ABD'nin bu karalama filminin adı ‘Mutlu Günler’di. Gazeteci David Wise ‘Halka Karşı Hükümet’ alt başlıklı Amerikan Polis Devleti kitabında (Random House, New York, 1967, s. 183-184), Meclis İstihbarat Komitesi'nin ayrıca milyoner Howard Hughes'in oyuncu temininden sorumlu olarak görev almış olduğunu açığa çıkardığını yazdı. Bu yüzden, CIA'nın tarihine bakılınca, eğer gelecekte bir başka kongre komitesi, Afganistan'da bulunan bin Ladin videosunun, yalnızca özenle hazırlanıp hizmete sunulmuş bir başka CIA ürünü sahtekarlık olduğu kararına varırsa, kimsenin buna şaşırmaması gerekir. Tam Bush ve Blair, bin Ladin'in suçlu olduğunu kesin olarak ortaya koyan kanıtlar elde etmek için çırpınırken, bunlar ortaya çıktı. Belki de sorumlu odur. Fakat kimse, Washington'un bizden tümüyle gerçek olduğunu kabul etmemizi istediği bu türden bir kanıta aldanmasın. Pek çok Endonezyalı, yıllarca ‘Mutlu Günler’de bir fahişe ile seks yapan adamın gerçekten Sukarno olduğunu sandı. Yine yeryüzündeki milyonlarca insan belki de videodaki adamın bin Ladin olduğuna inanıyor. Kaynak Washington olunca, doğru olduğuna inanmak çok zor. Sürekli olarak yalan söyleyen ABD başkanlarının tarihi göz önüne alındığında, ortalama zeka düzeyine sahip birinin Bush'un sözlerini doğru saymakta tereddüt etmesi gerekir. Her halükârda bu adam, şimdiden, Beyaz Saray'a girdiğinden beri ettiği saçma sapan sözlerinden dolayı kötü bir üne sahip. Belki de şimdiye kadarki en ünlü gafı, Vladimir Putin ile ilk buluşmasının ardından, iki saat sonra söylediği sözlerdi. Rusun gözlerinin içine baktığını ve onun güvenilebilecek birisi olduğunu anladığını söylemişti. Oval Ofis'te görev yapan ve böyle bağışlanmaz türden saçma sözler eden birisi | |
[pagina 167]
| |
yalnız kendisi için değil, bütün dünya için tehlikelidir. Hiç şüphesiz, hepimizin önünde daha kötü günler var. 1967'de birileri Robert Kennedy'yi ortadan kaldırmak istedi çünkü o Beyaz Saray yolundaydı. ABD savaş kışkırtıcıları, onun kardeşinin Vietnam'daki savaşı yavaş yavaş durdurmaya niyetlenmiş olduğunu hatırlıyordu. 1970'de, Hollanda televizyonunun verdiği görev gereği John Kennedy ve Robert Kennedy'nin, McGeorge Bundy, Theodore Sorensen, Michael Forestall ve Arthur Schlesinger Jr. gibi üst düzey danışmanları ile röportaj yaptım. Onların tümü de, eğer John Kennedy 1964'de yeniden seçilseydi, Vietnam'daki savaşın şu veya bu şekilde sona erdirileceğini doğruluyordu. Jawaharlal Nehru (Hindistan), Sukarno (Endonezya), Norodom Sihanuk (Kamboçya), Abdülcemal Nasır (Mısır), Kwame Nkrumah (Gana), Modibo Keita (Mali), Sekouê Tourê (Gine) gibi bazı önde gelen Afrikalı-Asyalı liderler John Kennedy'yi ziyaret etmiş ve görüşlerini ona iletmişti. Kennedy yönetimi, Vietkong teröristlerini (aslında onlar klasik özgürlük savaşçılarıydı) durdurmak için ABD'nin ödediği bedelin çok ağır olduğu kanaatine varmıştı. Amerikalılar Ho Chi-Minh'den hoşlanmıyordu ama Vietnamlıların bu karizmatik lideri geniş biçimde desteklediği de çok açıktı. Bu Vietnamlı yaşlı bilgeye duyulan sevgi ve hayranlık, bir süper güç karşısında onların kesin zaferine yol açıyordu. Gerçekte Robert F. Kennedy'nin öldürülmesi, doğrudan doğruya, ABD dışişlerinde Nixon döneminin başlamasına ve böylece Güneydoğu Asya'daki kanlı çatışmanın devam etmesine neden oluyordu. Aynı biçimde, 2000 seçiminin hileyle kazanılması, doğrudan doğruya, II. Bush'un ‘Terörizme Karşı Savaş’ına yol açtı. Amerikalılar, ABD'nin onyıllardır bir dizi entrika çevirdiği gerçeğine rağmen, bu entrikalar hakkında ciddi biçimde konuşmayı reddediyor. Avrupalılar, Warren Komisyonu'nun masalını asla yutmadı. Komisyona göre 22 Kasım 1963'de Dallas'daki Dealey Plaza'da olan, aslında sırf canı öyle istedi di- | |
[pagina 168]
| |
ye J.F. Kennedy'yi öldürmeye karar vermiş olan dengesiz Oswald'ın tek başına gerçekleştirdiği bir suikasttı. Amerikalıların çoğunluğu, kurşunların başkana iki yandan isabet ettiğini kendi gözleriyle gördükten sonra bile bu fanteziye inanmaya devam ediyor. Bir konuşma yaptıktan sonra R.F. Kennedy Los Angeles'daki ‘Ambassador Hotel’in mutfağına doğru yürürken, Sirhan Sirhan tarafından vuruldu. Nedeni basitti; genç adam Robert Kennedy'nin Filistin Kurtuluş Örgütü hakkında söylediklerinden hoşlanmamıştı. Papaz Martin Luther King'in öldürülmesi veya Nixon'ın bir başka rakibi olan Alabama Valisi George Wallace'a yönelik suikast girişimi gibi bir dizi bu türden saldırıya karşın, Amerikalılar genel olarak, politikadaki kaba şiddet ve suçun önceden tasarlanarak ve kötü niyetlerle işlenmiş olabileceğini kabul etmeyi ısrarla reddediyor. Amerikalılar, ülkelerinin ne hale geldiğine ilişkin can sıkıcı gerçeklere gözlerini kapamayı tercih ediyor. Onlar, dünyadaki en büyük ülke olduklarına ve dünyanın ancak biz hepimiz ABD hayat tarzını kopyalamaya istekli olursak kurtulacağına ilişkin, topluca, gündüz gözüyle düş görüyorlar. II. Bush'un ‘özgür dünyanın lideri’ olarak göreve getirilmesiyle en uç noktasına ulaşan mevcut ABD demokrasisinin rezil görünümü hakkında gazeteci Daniel Lazarre ‘Kadife Darbe’yi yazdı. (Verso Publishers, New York, 2001) Bu kitapta Amerika'nın çağdışı hükümetinin kronik çöküş durumunda olduğuna dair güçlü savlar ileri sürdü. ABD 21. yüzyıla 18. yüzyılın devlet kurumlarıyla girdi. Son seçimde tanık olunan türden saçma sapan olayların tekrarının önlenmesi için bir kurumsal yenilenme şarttı. Bu arada Bush, kimseyi vurmadan, Beyaz Saray'a girdi ve babası gibi, hemen dünyada şiddet hareketlerine girişti. Washington'daki görünmez, denetim dışı ve benzer ruh hali içindeki güçlerin oluşturduğu tümör, II. Dünya Savaşı'ndan beri almış başını gidiyor. 1964'de iki ünlü gazeteci, David Wise (Herald Tribune) ve Thomas | |
[pagina 169]
| |
Ross (Chicago Tribune) ‘Görünmez Hükümet'i yazdılar. (Random House, New York, 375 sayfa) 1958'den beri New York'da çalışan Hollandalı bir gazeteci olarak ilk kez o zaman anladım ki, ABD devleti, Beyaz Saray da dahil, dünyadaki kirli politikaların ve yasadışı davranışların kaynağıydı. O günlerde New York'daki W. Colston Leigh'in bürosu adına konferanslar veriyordum. Amerika'nın bir ucundan diğer ucuna kadar dinleyicilere, Endonezya, Küba, Kongo ve 1960'lı yılların diğer sıcak bölgelerine yaptığım habercilik gezileri üzerine konuşmalar yapıyordum. Dinleyicilerimin, Wise ve Ross'un çığır açıcı çalışmasından bütünüyle habersiz olduğu açıkça ortadaydı. Bu kitap ayrıntılarıyla ortaya koyuyordu ki, ABD sanki görünürdeki Beyaz Saray, Kongre ve devlet aygıtı tarafından yönetiliyormuş gibi gözüküyor; ama gerçekte, Beyaz Saray, çok sayıda İstihbarat Servisi ve CIA -neredeyse tamamen denetim dışı olarak- işin kötü tarafı halkın bilgisinin dışında, güle oynaya kendi bildikleri yoldan gidiyor ve uygun gördüklerini yapıyor. Bu saygın kitap, tarihten hiçbir ders çıkarılmadığını olanca açıklığıyla ortaya koydu. Washington'daki bir dizi gizli ajansın faaliyetleri hakkındaki gizli bilgilerin çoğu halktan saklanıyor. Wise ve Ross'un 1964'deki çalışması ya da eski Beyaz Saray yaveri, Hava Kuvvetleri Albayı L. Fletcher Prouty'nin Gizli Ekip'i (Prentice-Hall, New Jersey, 1973) gibi kitaplar ABD'li seçmenler tarafından bilinmiyor ve okunmuyor. Böylece görünmez güçler, insanın kanını donduran entrikalarına devam ediyor. Amerikan halkının nihayet hep birlikte, ABD hükümetinin Güneydoğu Asya'daki kitle kıyımları ve savaş suçlarına bir son vermek üzere sokaklara çıkması ne kadar sürdü? Bunun için onbeş yıl ve milyonlarca ölü gerekti. Robert F. Kennedy'nin öldürülmesi sayesinde Richard Nixon 1968'de Beyaz Saray için en güçlü aday haline geldi. 1968 yılı Mart ayında bir hafta süresince bu başkan adayının uçağında bir TV muhabiri olarak yol- | |
[pagina 170]
| |
culuk yaptım. New Hampshire'da her durduğumuz yerde, üstüne basarak Vietnam'da barış yapacağına dair söz verdiğini kulaklarımla duydum. Eisenhower'ın ona, Kore'de yaptığı gibi, askeri bir çatışmayı durdurmak için ne yapılacağını öğrettiğini övünerek anlatıyordu. Doğal olarak, Nixon'un bu düzmece barış laflarıyla yapmaya çalıştığı tek şey, merhum aday Kennedy'nin taraftarlarının oyunu kazanmaktı. Belliydi ki, onun Beyaz Saray'a girmesiyle birlikte Washington'un şahinleri kazanmıştı. Nixon 1968 seçimini hileyle kazandı çünkü birileri onun asıl rakibini öldürmesi için Sirhan Sirhan'ı kiralama nezaketini göstermişti. Avrupalılar ve Amerikalılar arasındaki önemli farklardan biri, burada hiç kimsenin, yetkililer tarafından yapılan, Robert Kennedy'ye karşı bu suçu tek başına bir Müslüman serserinin işlemiş olduğu şeklindeki naif açıklamayı bir an için bile kabul etmeyecek olmasıdır. Nixon ve terörist iş arkadaşı Henry Kissinger, Asya savaşını Laos ve Kamboçya krallıklarına yayma kararını verince, önce bir başka faşist darbe düzenlediler. Jakarta'da işledikleri savaş suçlarını tekrarladılar. Devletin meşru yöneticisi Prens Norodom Sihanuk'u devirip yerine, Suharto ile aynı kumaştan, CIA kuklası cani işbirlikçi ordu komutanı Lon Nol'u geçirdiler. ABD müdahalesinin bir sonucu olan kötü ünlü Kamboçya ölüm tarlalarının sorumlusu, bütünüyle Washington ve CIA'ydı. 1973'de, Sihanuk, ABD terörizmi ile ilgili yaşadıklarını kitabı ‘CIA ile Savaşım’da (Allan Lane, Londra) özetledi. Amerikalıların çoğu Sihanuk ya da Kamboçya hakkında hiçbir şey duymamıştı. Bu sırada, demokratik biçimde seçilmiş başkan ve onun ulusal güvenlik danışmanı, orada, dünyada daha önce görülmemiş ölçüde ölüme ve yıkıma neden oluyordu. Ve bütün bunlar ABD'li seçmenler adına yapılıyordu. Oradaki savaş suçları aynı zamanda, bir başka zalim kitle katili olan Pol Pot'un iktidarı ele geçirmesine yol açtı. Ayrıca o da yüzbinlerce masum insanı katletti. | |
[pagina 171]
| |
Amerikalılar, bütün dünyada hangi savaş suçlarını işlediklerini kolaylıkla unutmuş görünüyorlar. Onlarca yıldır ABD'nin savaş suçlarının kurbanı olanlar tarafından yapılan terörist bir saldırıyla 3 bin Amerikalının ölmesi nedeniyle, şimdi onlar ansızın çığlıklar atıp intikam yeminleri edince, uzun yıllar boyunca Güneydoğu Asya ile ilgili haberler yapmış biri olarak, 11 Eylül kurbanlarına ilişkin ABD histerisi bana bütünüyle mesnetsiz, ikiyüzlü ve çılgınca geliyor. Nihayetinde, 11 Eylül'de Amerikalılar, elli yıldır onların savaşlarının kurbanı olanların neler çekmiş olduğunu hissetmeye başladı. Bu yüzden, Amerikalılar John Kennedy ve Robert Kennedy cinayetlerini kaçıklara maledip basit bir konu gibi yorumlarken, Dallas ve Los Angeles gerçekte, onların halefleri olan Johnson ve Nixon'un dünyanın dört bir yanında yürüttüğü savaşların sonucunda milyonlarca masum insanın ölümünün habercisiydi. Unutulmasın ki, binlerce genç Amerikalı, liderlerinin terörist dış politikaları yüzünden öldürüldü. İster inanın ister inanmayın, 15 yaşındaki İnzar Burhan Jan ile bu bölgeden aynı yaşlardaki bir kızın 29 Aralık 2001'deki düğün töreninin ABD tarafından bombalanmasıyla ortaya çıkan Qalaye Niazi trajedisinden sonra, 2002 Ocak ayının başlarında Herald Tribune Khost ve çevresine yönelik günlük geniş çaplı saldırıların devam ettiğini bildirdi. Washington, El Kaide'nin kurtulan elemanlarının oradaki eski üslerine dönmekte olduklarına inanıldığını söyledi. Florida, Tampa'daki Yarbay Martin Compton, B-52 ve B1-B saldırılarının amacının, ‘El Kaide'nin altyapısını kullanılmaz hale getirmek’ olduğunu açıkladı. Ayrıca Zhawar'daki bir başka El Kaide üssü, sürekli ABD hava saldırılarının hedefi olmuştu. Afganistan göklerinde test edilen en son ABD bombaları, tünel benzeri çukurlara neden oluyordu. Bunlar kuru toprağı dikey olarak yaklaşık 10 metre delip geçiyor. Tribune'ün belirttiği gibi, bu mermiler, artık ‘sığınakların ve yeraltı odaları- | |
[pagina 172]
| |
nın da saklanmak için güvenli yerler olmaktan çıktığı’ anlamına geliyordu. The Guardian ayrıntıları verdi. 7 Ocak: Zhawar Kili'ye iki hava saldırısı. Bir Navy (Deniz Kuvvetlerine ait) F-14, bir terörist eğitim kampının parçası olduğu sanılan binaya iki güdümlü bomba attı. Sonra bir Navy F-18 bir sığınağa iki bomba attı. 10 Ocak: Dokuz bombardıman ve taktik savaş uçağı, Zhawar Kili'deki binalara, mağaralara ve tünellere güdümlü bombalar attı. 11-13 Ocak: Zhawar Kili, B-52 ve B-1 uzun menzilli bombardıman uçakları ve Navy F-18 saldırı uçakları ile sürekli bombalandı. 14 Ocak: Aynı yere yönelik haftanın en ağır bombardımanı. Pentagon, El Kaide ve Taliban kalıntılarının mağaralardan yararlanıp yeniden bir araya gelmesini önlemek için bunları tahrip etmeye çalıştıklarını açıkladı. Ve böylece, 11 Eylül'ün intikamını almak için ABD savaş suçları devam ediyor, oysa WTC ve Pentagon saldırıları, ABD'nin dünyanın her yerinde yarım yüzyıldır işlediği savaş suçlarının intikamını almak için yapıldı. Dış politikanın acemisi olan Bush, sanki onun zihninde dünya tarihi 11 Eylül'de başlamış gibi bir izlenim veriyor. ‘100. gün: Sonsuz bombardıman savaşında bir başka saldırı’, 15 Ocak 2002 tarihli The Guardian'ın başlığı böyleydi. Suzanne Goldenberg'in Zhawar'dan bildirdiğine göre, ‘Geceleyin, bombardıman öyle yoğundu ki, Amerika'nın en son savaş bölgesinden 22 mil uzaklıktaki Khost şehrinde camlar sarsılıyordu. İki gün önce Shudiaki köyünde onbeş kişi öldürüldü...’ Köy tamamen dümdüz edildi. ‘Benim evim yok edildi’ diyordu Noorz Ali, ‘komşularım öldürüldü. O kadar çok bomba atıldı ki sayamadım. Ölüler orda kaldı. Diğer herkes orayı terketti.’ Sayın Baylar Bush, Cheney, Rumsfeld ve Powel, bunlar Amerikan halkı adına sizin tarafınızdan işlenmiş tartışmasız savaş suçlarıdır. Bu da tüm Amerikalıları birinci sınıf savaş suçluları hali- | |
[pagina 173]
| |
ne getiriyor. Afganlıları neden öldürüyorsunuz? Öyle görünüyor ki siz bu savunmasız insanları, onlar El Kaide savaşçılarına Afgan mağaralarında yaşamalarına izin verdikleri için öldürmeye hakkınız olduğuna inanıyorsunuz. Hangi mantık kitle kıyımını haklı çıkarabilir? Afganlıları öldürmek için Bush'un gösterdiği bir başka gerekçe de şuydu: Usame bin Ladin'in yakalanmasında her şey mübahtı çünkü o suçluydu. Peki kanıt nerede? 16 Ocak 2001 tarihli Herald Tribune'ün bildirdiğine göre ABD Hava Kuvvetleri Usame bin Ladin'in ve belki hâlâ saklanan El Kaide savaşçılarının izini bulmak izin dağ vadilerini karış karış aramaya devam ediyordu. O sırada ABC News, Suudi firarinin savaş bölgesini bir ay önce uçakla terk etmiş olduğu bilgisini verdi. CIA küplere bindi ve ABC News'in haberinin uydurma olduğunu söyledi. Zaman gösterecek. Bu arada, ABD ve onun Avrupalı suç ortaklarının bir bataklığa saplanmak üzere olduğuna dair işaretler var. Walter Pincus'ın Washington Post'ta şimdiden belirttiği gibi, El Kaide'nin stratejisi şüphe götürmeyecek ölçüde açık. Örgütün Afganistan'daki geçici yenilgisinden sonraki hedefi kolayca anlaşılıyor. El Kaide'nin kilit üyelerine, Amerikan devine karşı savaşı başka bir zamanda ve başka bir yerde, kaldığı yerden sürdürmek için Afganistan'ı terketmeleri ve başka yerlerde yeniden bir araya gelmeleri emredildi. Dan Eggen ve Michael Dobbs'un Washington Post'ta yazdığına göre, El Kaide savaşçılarının Afganistan'dan topluca kaçışının ardından ABD yetkilileri, ülkeye ve yurtdışindaki Amerikan hedeflerine yapılabilecek yeni saldırılara ilişkin derin kaygı içindeler. Paris ve Singapur'daki ABD elçiliklerine karşı yapılan gizli planların tam zamanında açığa çıkarılmasından sonra, bin Ladin tarafından başka saldırı planları onaylanmış olabilir. Bir ABD Polis yetkilisi Washington Post'a, ‘El Kaide sakatlandı ama ne kadar aksine inanmaya çalışsak da, iş göremez hale gelmedi. Onlar hâlâ bir hayli | |
[pagina 174]
| |
zarar verebilir. Bu açıklamanın ışığında, ABD'li yetkililer, bu Suudi direniş savaşçısının yakalanmasının altı yılı bulabileceğini öngördüğüne göre Amerikalılar açısından durum korkutucu görünüyor olmalı. Bush ve Rumsfeld, her fırsatta, bin Ladin'i yakalamakta kararlı olduklarını söylemeyi sürdürüyorlar. Aynı zamanda Washington yetkilileri, firarinin yaklaşık yirmi farklı ülkeye kaçmış olabileceğini vurguluyor. Listenin başında Çin, İran ve Suudi Arabistan var. Ardından Somali, Yemen ve Pakistan geliyor, Endonezya ve Filipinler'in birçok tropikal adasının da gizlenmek için ideal yerler olabileceği belirtiliyor. 11 Eylül'ün hemen ardından gelen ilk histeri ve çılgınlık nöbetlerinden sonra, neyse ki, saygın ve tanınmış yayın organlarında daha sağduyulu haber ve yorumlar çıkıyor. Newsweek (21 Ocak 2002), artık, Taliban'ın lideri Molla Muhammet Ömer'in ABD medyasında, eşcinselleri canlı canlı gömen tek gözlü bir canavar olarak resmedilmiş olduğunu itiraf ediyor. Dergi, Afganistan'daki pek çok kişinin onu hâlâ, Sovyetler'e karşı on yıl süren savaştan sonra doğan kaosa son verip düzen getiren bir halk adamı olarak gördüğünü kabul ediyor. Bölgeye özgü rüşvetçiliğin de üzerine gitmeye başlamıştı. Bütün dünya bu adamın varlığından haberdardı ama kim güvenilir ve tarafsız bilgileri bir araya getirme zahmetine katlanacaktı? Scott Johnson ve Evan Thomas Kabil'den bildirdi. Molla'nın şoförünü, Qari Saheb'i buldular. Saheb onu, kirli bir dünyada saflığın sembolü gibi görünmek için basitliğini kullanan bir adam olarak tarif etti. Onun liderlik modeli, 7. yüzyılda yaşayan, rahatça insanlarla konuşmak ve dolaşmak için kendisini cübbesiyle gizleyen Halife Ömer'di. Saheb muhabirlere, Molla Ömer'in zaman zaman sıradan halkla konuşmak için, geceleri tek başına kılık değiştirmiş olarak, ucuz bir motosikletle evinden ayrıldığını söyledi. | |
[pagina 175]
| |
Molla'nın kökenleri daha mütevazi olamazdı. ‘O bir yol kenarında doğdu ve asla iyi bir eğitim almadı. El yazısı çok kötüydü, bunu, kendisi de, okuma yazması kıt şoförü de belirtiyordu’ diyor Newsweek. ‘1980'lerde Sovyet mermisiyle bir gözü kör olan bir özgürlük savaşçısıydı. 1990'larda iç savaşla parçalanmış Afganistan'da kuralsızlığın hakim olduğu sokaklarda kol gezen ırz düşmanlarını şiddetle cezalandırarak efsanevi bir kişilik haline geldi. Bir keresinde, bir kıza tecavüz eden adamı bir tankın namlusuna asarak nam salmıştı. O sırada, göz diktikleri iki genç erkekle cinsel ilişki kurma sırası üzerinde münakaşa eden iki aşiret komutanının peşine düştü’ diye anlatıyor Johnson ve Thomas. Molla Ömer, çöküş ve yozlaşmaya karşı savaş açtı. Her türlü müziği yasakladı ama arabasında, yurtsever savaş şarkiları milyonlarca satan Saraji'nin bir CD'sini dinliyordu. Saheb'in anlattıklarına göre, Ömer neredeyse ilkel denebilecek ölçüde basit biçimde yaşıyordu. Dört karısı ve 12 çocuğu için bir ev inşa etti, klozet yerine yer tuvaletleri koydurdu. Lüks arabalara binmektense bir atla yolculuk yapmayı tercih ederdi. Bu ayrıntılar onunla bin Ladin arasındaki yakınlığı açıklıyor. Washington'daki ‘Kongre Terörizme ve Gayrı-nizami Savaşa Karşı Görev Gücü’nün Başkanı Yossef Bodansky'nin çalışmasını (Amerika'ya Savaş Açan Adam, Random House, New York, 1999) okudum. Suudi Arabistanlı bu gizemli adamın bazı kişilik özelliklerini ilk kez bu güvenilir anlatımda keşfettim. Washington, 1980'lerin başlarında Sovyetlerle savaşan Afganlılara yardımcı olmak üzere daha fazla şey yapması için Suudi Arabistan'a baskı yapıyordu. Suudi İstihbaratı bin Ladin'den, Afganistan'daki antikomünist özgürlük savaşçılarının saflarını güçlendirmek için ‘gönüllü’ mücahidin birlikleri oluşturmasını istedi. Bunun üzerine o, İslami gönüllüler ile Beyaz Muhafızlar -Suudi Özel Güçleri- üyelerinden meydana gelen bir vurucu güç oluşturdu. Usame kısa bir sürede büyük | |
[pagina 176]
| |
övgüler aldı. Kral da kadir bilirliğini göstermek için Medine'deki cami genişletme projesi işini ona önerdi. Bu işten kişisel geliri 90 milyon dolardan az olmayacaktı. Usame kralı ziyaret etti, teklifi ve geliri reddetti. ‘Bunun yerine, Afganistan'daki cihada Suudilerin daha fazla destek verip daha büyük bağlılık göstermesi konusunda kral ile hararetli bir şekilde tartıştı’ diye yazıyordu Bodansky. Kongre raporu, 1987'de bin Ladin'in komutası altındaki birleşik Afgan-Arap gücünün şiddetli bir çatışmasından bahsediyordu. Onunla birlikte görev yapan mücahitler, onu tehlikeyi umursamayan, korkusuz biri olarak tanımlıyordu. Bodansky, Filistinli bir gönüllü olan Hamza Muhammet'in hatırladıklarını aktarıyordu: ‘Bin Ladin hepimizin gözünde bir kahramandı çünkü o daima cephe hattındaydı ve daima herkesin önündeydi. O yalnızca parasını değil, kendisini de verdi. Afgan köylüleri ve Arap savaşçılarla birlikte yaşamak üzere sarayını terk etti. Onlarla birlikte pişirip, onlarla birlikte yedi, onlarla birlikte siper kazdı. Bin Ladin'in tarzı buydu.’ Usame bin Ladin 1989'da Suudi Arabistan'a bir kahraman olarak döndü. ABD Kongre raporuna göre ‘Suudi Hükümeti onu bir olumlu davranış modeli ve çok popüler olan Afgan cihadına katkısının kanıtı gibi değerlendirdi.’ Bin Ladin'in konuşmalarından oluşan bir milyon kaset Riyad'da açıkta satıldı. Kraliyet ailesi, Usame bin Ladin'in Afganistan'da İslam adına başardıklarına karşı taktirlerini göstermek için bin Ladin'in ailesinin inşaat şirketine çok daha kârlı sözleşmeler ayarladı. O sırada, 2 Ağustos 1990'da Saddam Hüseyin, başlangıçta Washington'un kutsamasıyla, Kuveyt'e girdi. Baba Bush bile, bir yolculuk dönüşü uçaktan inerken, Beyaz Saray'ın bu konuyu Araplar arasındaki bir sorun olarak gördüğünü açıkladı. Fakat Washington'un istihbarat kurumları farklı düşünüyordu. ABD'nin gücünü Ortadoğu'ya yayması için eşsiz bir fırsat söz konusuy- | |
[pagina 177]
| |
du. Görünmezler, Baba Bush'u Texaslı bir sert erkek gibi davranmaya ikna etti çünkü 1990 aynı zamanda bir seçim yılıydı. Önceki sözlerini, onları hiç söylememiş gibi, bilmezlikten geldi ve konumunu değiştirdi. Yüzbinlerce asker, Çöl Tilkisi operasyonu çerçevesinde Irak'a karşı savaşmak üzere sevkedildi. Körfez Savaşı, Usame bin Ladin'i şimdiki durumuna, yani Amerika'ya karşı cihadın bir liderine dönüşmeye zorladı. Washington hemen, Suudi hanedanının Saddam'a karşı ABD korumasını gerekli gördüğü yerlere onbinlerce askerini gönderdi. Bin Ladin, Müslümanların kutsal topraklarını bir ‘kafirler’ ordusunun işgal etmesine karşı çıktı. Bu, İslam'ın öğretileriyle çelişiyordu. Binlerce Amerikalının, ülkenin psikolojisi, dini ve kültürü üzerinde çok olumsuz etkide bulunacağını ve Suudi hayat tarzını bozulmaya uğratacağını tahmin ediyordu. Bodansky'nin yazdığına göre, Kral Fahd ve yakın çevresi, Saddam Kuveyt'e girince paniğe kapıldı. Usame'nin itirazlarını dikkate almadılar. Riyad, 1991'de kapılarını ABD önderliğindeki koalisyon güçlerine açtı. O sırada baba Bush'un Savunma Bakanı olan Dick Cheney, ‘ABD birlikleri gerektiğinden bir dakika fazla kalmayacak’ diyerek Kral'ı rahatlattı. Fahd, Mekke'de toplanan 350 ulemayı ikna etmek için, Amerikalıların savaş biter bitmez ayrılacağı teminatını kullandı. Kuşkusuz Cheney o zaman yalan söylemişti, bugün II. Bush için yaptığı gibi. Suudi Arabistan hâlâ binlerce Amerikan askerini topraklarında barındırıyor. ABD üsleri tam faaliyet halinde ve kardeş bir Müslüman ülkeye karşı askeri eylem için kullanılıyor. Bin Ladin'e göre bu, Arap davasına ihanet politikasıdır. Eğer baba Bush ve Dick Cheney Kral Fahd'a vermiş oldukları sözü tutsalardı, kim bilir, belki de 11 Eylül hiç olmayacaktı. Suudiler arasında keskin görüş ayrılıkları devam ediyor; bir yanda bin Ladin ve onun anti Amerikan cihadı ile aynı fikirde olanlar, diğer yanda Amerika'nın tarafında olduğu sürece Kraliyet ailesini destekleyen- | |
[pagina 178]
| |
ler. Sonuçta, krallık topraklarındaki uzun süreli ABD askeri varlığı konusunda gerilim büyüyor. ABD Kongresi'ndeki ve Pentagon'daki üst düzey yetkililer Riyad'la ilgili giderek daha fazla hayal kırıklığına uğruyorlar. Suudilerin ‘Terörizme Karşı Savaşı’ hararetle desteklememesine öfkeleniyor. Kral Fahd krallıktaki havaalanlarının Irak veya diğer İslam ülkelerine saldırılar için kullanılmasına izin vermiyor. İlkokulda okuyan bir çocuk bile bunun nedenini anlayabilir ama Washington'daki yasa yapıcılar ve Pentagon Hava Kuvvetleri generalleri Suudi kraliyet ailesinin itirazını kavramaktan aciz. Elbette işin ucu paraya dayanıyor. Washington, Suudi başkentinin güneyindeki Prens Sultan Hava Üssü'ndeki yüksek teknolojili hava operasyonları merkezine büyük yatırımlar yaptı. Bu sırada ABD'li komutanlar oradan Afganistan'daki hava savaşını yönetiyor. Orası aynı zamanda Güney Irak'taki uçuş yasaği bölgesinde devriye gezen savaş jetlerinin karargahı. Kral Fahd başını öte yana çeviriyor. Bin Ladin ise Suudi topraklarından kardeş Müslüman ülkelere yöneltilen her türlü savaş eylemine karşı çıkıyor. 17 Ocak 2002 tarihli The New York Times, ABD'li yasa yapıcıların Suudi müttefikleri için yaptıkları tuhaf açıklamaları haber konusu yaptı. Demokrat Michigan Senatörü Carl Levin, ABD güçlerinin özellikle Suudi Arabistan'da istenmemesinden rahatsızlık duyduğunu açıkladı. Bu, ortadaki ciddi soruna ilişkin hafif bir ifadeydi. ‘Onlar sanki bize lütufta bulunuyormuş gibi davranıyor’ diye ekliyordu. Suudi krallığının topraklarında Amerikan askerlerini barındırması ona tanınmış bir ayrıcalık sayılmaz mıydı? Aynı zamanda Senato Silahlı Hizmetler Komitesi başkanı olan Levin, ‘Sanırım, daha iyi karşılanacağımız başka bir yer bulabiliriz’ diyordu. Washington'daki Suudi Büyükelçisi Prens Bandar bin Sultan şu sözlerle tepkisini gösterdi: ‘Senatör Levin'e büyük saygı duyuyorum ama bu açıklaması karşısında hayretler | |
[pagina 179]
| |
içinde kaldım.’ Prens, diplomatik bir dille, Levin'in ne dediğini bilmediğini ifade ediyordu. Eski başkan yardımcısı adayı Connecticut'dan Demokrat Joseph Lieberman, Suudi Arabistan ve radikal İslama karşı savaşmayan diğer İslam ülkelerinin etrafına ‘teolojik bir demir perde’ çekiliyor gibi görünüyor diyordu. Dünyanın diğer parçalarında ne olup bittiğine dair hiçbir fikre sahip olmayan ABD'li yasa yapıcıların sorunu, onların, radikal İslamın yükselişinin esas olarak Amerikan emperyalizminin ekonomik ve askeri gücünü daha da artırmaya çalışmasına karşı bir tepki olduğunu anlayamamasıdır. Che Guevara'nın 1960'larda ABD'nin Afrika ve Latin Amerika'daki emperyalist yayılmasına karşı dünya çapında bir direniş sembolü haline gelmesi gibi, Usame bin Ladin de 1990'larda Amerika'ya karşı cihat başlattı. 11 Eylül'e tepkisini gösterirken Bush, bin Ladin'in izini sürüp yakalayacağı sözünü verdi. Lyndon Johnson Che için aynısını yaptı. Guevara, CIA'nın yardımıyla Bolivya dağlarında avlandı. Che ve bin Ladin, Lyndon Johnson ve George Bush'tan çok daha iyi insanlar olarak tarihe geçecek. İlginçtir, Suudi Arabistan bile, bin Ladin'in Körfez Savaşı'ndan beri savunmuş olduğu yönelime giriyor gibi görünüyor. Kafirler onların konukseverliğinden yararlanmayı fazla abarttı. Bush'un sözcüsü Ari Fletcher, Bush'un, Suudi Arabistan'la yapılan anlaşmaların iyi işlediğini düşündüğünü söyledi. Washington Suudilerin ne hissettiğine bile bir nebze olsun dikkat göstermezken; hangi asli sebeplerin ABD'ye karşı Müslüman cihadına yol açtığına kafa yormaları beklenemez. Bush ve kumpas ortakları Cheney ile Rumsfeld gibi dış politika konusunda bilgisiz olan, eski Genelkurmay Başkanı şimdiki Dışişleri Bakanı Colin Powel, ABD'nin Suudi Arabistan'ı terk etmesinin istendiği yolundaki söylentilerle şu anda ilgilenme ihtiyacı duymadığını açıkladı. Riyad şimdiden, Amerikan askeri personelinin ha- | |
[pagina 180]
| |
reketlerine yönelik katı sınırlamaları dayatıyor. The New York Times'da James Dao'nun bildirdiğine göre, ‘Amerikalı servis görevlisi kadınların baştan ayağa kadar uzanan elbiseler giymesi isteniyor.’ Hava Kuvvetlerinden bir kadın binbaşı, ABD ordusuna karşı bu dayatma hakkında dava açtı. Sonunda bu kural iptal edildi. Amerikalıların, kendilerininkinden farklı olan giysileri kabul etmekte bu kadar çok zorlanması insanı hayrete düşürüyor. Eugene Burdick'in çok satan kitabı ‘Çirkin Amerikalı’; 2002 yılında da yazılabilirdi. Amerikablıların çoğu, dünyanın geri kalanı ne kadar çabuk Amerikan hayat tarzını benimserse o kadar iyi olacağına dair gülünç bir fikre sahiptir. Çünkü onlara göre, dünya için faydalı olanı Amerikalılar bilir. Ve kuşkusuz, son örnekte, ABD dolarının güçlendirilmesi için faydalı olanı. Usame bin Ladin ve Kral Fahd arasındaki, Suudi hükümetin Washington ile karşılıklı ödünler vererek uzlaşma ve Amerikalı petrol tüketicileriyle karşı karşıya gelmekten kaçınma politikası konusundaki anlaşmazlık uzlaşmaz hale geldi. Hatta, Usame bin Ladin'e, Riyad'ın onu öldürtmek için Pakistan İstihbarat Servisi'ne para verdiği haberi iletildi. Bunun üzerine, militan bir Müslüman rejimin iktidarda olduğu Hartum'a gitti. 1991 ile 1993 arasında oradaydı. Afganistan'daki Sovyetler'e karşı savaşın eski kahramanı, Çöl Tilkisi operasyonunun şok dalgalarının etkisinden kurtulmakta olan bölgeyi yeniden gözden geçirdi. Bin Ladin, Suudi Arabistan ve Kuveyt'teki çürümüş rejimlerin büyük galipler olarak ortaya çıktığı mevcut durumu utanç verici bir yenilgi olarak görüyordu. Baba Bush ise, ABD'nin kuklaları ve vurguncuları tarafından yönetilmekten yorgun düşmüş Arap kitlelerinin meşru demokratik taleplerini tanımak yerine antidemokratik ve zalim kraliyet diktatörlüklerinin yanında yer alma politikasını sürdürüyordu. Bush dünyaya, bin Ladin'in şeytan olduğunu söylüyor. Peki gerçek bir küresel terörist kimde vücut buluyor? | |
[pagina 181]
| |
Usame bin Ladin, sonraki beş yıl boyunca, 1992'den 1997'ye kadar, Sudan'da yasal ticari faaliyette bulundu. Bir tabakhane açtı, bir nakliyat şirketi ve bir inşaat firması kurdu. Sakız, ayçiçeşi ve susam ihracat piyasasını ele geçirdi. Hartum'da yeni kurulan bir İslami bankaya da 50 milyon dolar yatırdı. Bu ticari girişimler, Amerikan emperyalizmine karşı küresel cihada verdiği mali desteği gizliyordu. Aynı zamanda, dünya çapındaki İslami özgürlük savaşçıları ordusunun öncü kıtasını Sudan'da toplamaya başladı. II. Bush yönetiminin resmen göreve başlamasından kısa süre önce, 2001 yılı Ocak ayında The New York Times, onun çabalarının nihai ürünü El Kaide hakkında ayrıntılı bilgilerle dolu birkaç sayfa yayınladı. Bu makalelerde, ABD'li yetkililerin, 6 ölüm ve 1000'den fazla yaralıyla sonuçlanan 1993'de New York'daki WTC'nin bombalanması olayından öğrendiklerinin ayrıntıları gün yüzüne çikti. Bu saldırının sorumlusu olarak Şeyh Ömer Abdurrahman itham edildi ve suçlu bulundu. Diğer suçlulardan bir tanesi de, Pakistan'da eğitim görmüş ve ABD'ye bir bomba yapım el kitabı götürmüş olan Ahmet M. Ajaj'dı. Bu el kitabı daha sonra FBI tarafından ele geçirildi ve tercüme edildi. Bu eylem kılavuzu, İslami psikolojik savaş, İsrail istihbaratının örgütsel yapısı ve ABD'de militan kazanma gibi farklı konuları içeriyordu. Kılavuz ayrıca, kimyasal maddelerin ne zaman patlatılacağı ve bir kol saatinin patlatıcı olarak nasıl kullanılacağna dair talimatlar dahil, bomba yapımına ilişkin ayrıntılı yöntemler sunuyordu. Orada zehirler, gazlar ve ilaçlarla öldürme üzerine direktifler vardı. Kılavuz bin Ladin'e ithaf edilmişti. Avrupa polisi tarafından yıllar önce ele geçirilmiş olduğu halde, CIA bu el kitabının birinci nüshasına ancak 1999'un sonunda ulaştı. CIA yetkilisi Reuel Gerecht, Times'a ‘Onlar bütün bu süre boyunca, şimdiye kadar yazılmış en kapsamlı terörist kılavuzunu yakalatmamayi başardi’ diyordu. Doğal olarak El Kaide ‘terörist’ etiketini redde- | |
[pagina 182]
| |
diyor çünkü onlar kendilerini özgürlük savaşçıları olarak görüyorlar; tıpkı bazılarımızın II. Dünya Savaşı sırasında, Hollanda'yı işgal eden Nazilere karşı savaşırken yaptığı gibi. Bin Ladin Hartum'a, atayurdunun ABD tarafından işgaline -birçok Suudi böyle görüyorkarşı direnişi örgütlemek için gitti. Amerikalılar, bin Ladin'i harekete geçiren etkenlerin ciddiyetini tam olarak anlamadan, Hartum'daki hükümete Suudi savaşçıyı sınırdışı etmesi için baskı yaptı. 1996'da, ona Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı küresel cihadı örgütlemesi için imkan tanıyan Taliban'ın yönetimindeki Afganistan'a döndü. Bin Ladin 1998 Şubatında, halen Bush tarafından taş taş üstünde bırakmayacak biçimde bombalanmakta olan Khost'ta, dünyaya amaçlarını açıkladı. Bir fetva verildi: ‘Asker ya da sivil Amerikalıları ve müttefiklerini öldürmek, bunu yapabilecek olan her müslümanın görevidir ve bu mümkün olan her ülkede yapılmalıdır.’ 7 Ağustos 1998'de, ilk Amerikan birliklerinin Suudi Arabistan'a adımını attığı günden sekiz yıl sonra, Kenya ve Tanzanya'daki Amerikan elçiliklerinde birkaç saat arayla bombalar patladı. Amerikalı savcılar, bin Ladin'in savurduğu tehdidi gerçekleştirdiğini söylediler. Onlar ayrıca, Kenyalı eylemcilerin, saldırılarını planlarken uydu telefonu aracılığıyla doğrudan doğruya Usame bin Ladin ile konuşmuş olduklarını kanıtladıklarını bildirdiler. ‘ABD'li yetkililer, El Kaide'nin ve bin Ladin'in becerikli ve direngen düşmanlar olduğunu o zaman anladılar’ diye yazıyordu The Times 14 Ocak 2001'de. ‘O, şimdi dondurulmuş olan banka hesaplarından, kişisel servetinin çoğunu harcadı. Buna rağmen, yardım toplama ve ticari işler ağı yoluyla hâlâ para kazanıyor.’ O günlerde Amerika'nın dünya gücü olduğunu ileri sürmeye meraklı olan Bush, Cheney ve Rumsfeld'in, kendi sabah gazetelerindeki bu son derece rahatsız edici sayfaları okuyunca bir hayli telaşa kapılmış olduklarını varsaymak yanlıs olmaz. El Kaide'yi Beyaz Sa- | |
[pagina 183]
| |
ray'ın yenilenen gündeminin en üst sıralarına yerleştirmiş olmalılar. Fleming'in daha önce belirtilen, Roosevelt'i bir küresel savaşçı olarak ele alan kitabını göz önünde bulundurursak, bana saygı ve hürmet göstermem ögretilen bir adamın gerçekte bir felaket olduğunu anlamam için 60 yılın geçmesi gerekti. Konuya ilişkin bilgilere daha önce ulaşılamazdı. Yanlış kanaatim, 1940'lı yılların sonunda Yale'deki Uluslararası İlişkiler öğrenciliği dönemimden kaynaklanıyor. Roosevelt'e tarih profesörleri tarafından büyük saygı gösteriliyor, çok rağbet ediliyordu; oysa şimdi, onun trajik bir şahsiyet olduğunu biliyoruz. Hatta, Clinton'ın yaptığı gibi, karısını bile aldatmıştı. Oğul Bush Beyaz Saray'a, politik olarak kusurlu, Demokrat Al Gore'a karşı kirli oyunlar düzenlediği şüphesi altındaki biri olarak girdi. İktidarının ilk aylarında, 11 yıldır toplanan 1 trilyon 350 milyar dolarlık vergiyi kaldırdı. Fakat onun muhafazakâr programı dönüp kendisini vurdu. Halk yeni başkana saygı duymuyordu. Cumhuriyetçi bir senatör, Bush'un politikalarından öylesine tiksindi ki, Demokratlara katılarak Senato'da 50'ye 50'lik bir dengenin kurulmasına neden oldu. Sonra, 11 Eylül oldu. Sanki gökten inen bir ışıkla Bush'un talihi döndü. Terörizme karşı küresel bir savaş açtı ve ulus onun arkasında birleşti. İdeolojik çekişmeler çabucak unutuldu. Desteklenme oranı bir ara % 94'e yükseldi. Teddy Roosevelt'e ve Ronald Reagan'a benzetiliyordu. Texaslı ufaklık birden bire Büyükler'in arasına katıldı. Yine de şu soru ortada duruyor: Günümüzden 60 yıl sonra başka bir tarih profesörü kayıtları inceleme ve gerçekte ne olup bittiğini keşfetme şansı bulduğu zaman Bush hakkında nasıl bir hüküm verilecek? 2001 gibi geç bir tarihte, Richard Reeves, Richard Nixon hakkında çok titizlikle çalışılmiş bir kitap yazdı: ‘Beyaz Saray'da Tek Başına’ Asya'daki savaşın beş yıl boyunca sorumlusu olan bu adama çok fazla yer ayrıl- | |
[pagina 184]
| |
miş. Ama Reeves, Beyaz Saray'ın günlük defterlerini, ajandalarını, resmi kayıtlarını ve hatta Nixon'un kötü ünlü bant kayıtlarını inceleyen ilk yazardı. Nixon'un Beyaz Sarayı'nın A'dan Z'ye yalanlar üzerine kurulduğunu ortaya çıkardı. Newsweek'in 15 Ekim 2001 tarihli sayısında John Stacks, Reeves'in kitabını değerlendirirken, ‘Nixon yalnızlığını korumak için sürekli yalan söylüyordu’ diye yazıyordu. ‘O en yakınındaki kadrolarına, kabinesine, ulusuna ve dünyaya yalan söylüyordu. Nixon'un kurmayları birbirlerine ve Başkana yalan söylüyordu. Yalanların altında yatan gerçeği bulma umutsuz gayretiyle, birbirinin telefonlarını dinliyor, dosyalarını çalıyor, telefon kayıtlarını inceliyorlardı. Reeves'in yazdığına göre, orası yalan ve aldatma ilkesi üzerinde örgütlenmiş bir Beyaz Saray'dı. Onun içindekiler bile artık gerçekliği kavrayamıyordu.’ ABD içindeki ve dışındaki insanların çoğunun, hakkında hiçbir şey bilmedikleri, 30 yıldan fazla zaman önceki gerçek Washington buydu. Günümüzde iş başındaki Küresel Polisin liderlik işleyişi Nixon günlerinde olduğundan farklıdır, ondan daha kötüsü olamaz, gibi fikirler besleyen biri gidip kafasını kontrol ettirmelidir. Reeves'in çalışmasında, Henry Kissinger'ın, Nixon'dan daha da ciddi şekilde yasaları ihlal ettiği ortaya çıkıyor. Sözgelimi, belgelerle kanıtlandığı gibi, Kissinger, ABD Dışişleri Bakanı William Rogers'ı aldatmak için, yalanlarına Sovyetlerin ve Çin'in katılmasını istedi. Buna rağmen, 2002'de Los Angeles'da yayınlanan, çağımızın önde gelen 100 entelektüelini sıralayan bir listede Henry Kissinger en başta yeraldı. Bu arada Bush, Cheney ve Rumsfeld, Küba'daki X-Ray Kampında sözde El Kaide ve Taliban üyesi olan insanlara karşı domuz muamelesi yapıyor. Londra'da yayınlanan Sunday Times'ın 13 Ocak 2002 tarihli sayısında Tony Allen-Mills'in bildirdiğine göre, ‘Tutuklular, dev Amerikan nakliye uçağından parlak turuncu tulumları, turkuaz maskeleri ve gözleri plastik bantlar- | |
[pagina 185]
| |
la kapatılmış olarak indiklerinde, sanki başka bir gezegenden gelmiş gibi görünüyorlardı.’ ‘Afganistan'dan yaptıkları uçak yolculuğuyla sersemlemiş prangalı tutuklular küçük adımlar atıyordu, ama ABD'nin terörizme karşı savaşındaki en umulmadık durak olan Guantanamo Koyu'ndaki ABD askeri üssüne farkında olmadan girerken büyük bir sıçrayışla apayrı bir dünyaya geçiyorlardı.’ Texaslı çiftlik sahibi, bu adamlar için dörde dört metrelik açık hava kafeslerini kullanıma açtı; bununla da, Bush'un ne ölçüde bu ek savaş suçundan sorumlu tutulabileceğine kadar bir sürü tartışmalı yargısal sorunu ortaya çıkardı. Televizyonda görülen bu barınaklar, hayvanseverlerin Borneo Adası'nda koruma altındaki orangutanlar için yaptıkları geçici sığınma yerlerini gösteren National Geographic'teki fotoğrafları hatırlatıyordu. Bu tutsaklar, aynı zamanda, Küba'ya 20 saatlik uçuş boyunca ilaçla uyutuldular. Çılgın bir ABD'li general gazetecilere, bunun yapılması gerektiğini, çünkü bin Ladin'in takipçilerinin uçağı düşürmek için uçağın içinden geçen hidrolik kabloları dişleriyle koparabilecek kadar fanatik olduklarını söyledi. ABD, bin Ladin yanlısı 445 kişiyi elinde tutuyor gibi görünüyor. ABD'li bir sözcü, kafeslerdeki tutukluların yağmur yağdığında ıslanacaklarını kabul etti ama onlara kültürel olarak uygun -yani içinde domuz eti olmayan- yiyecekler verileceğini söyledi. Onlara ayrıca iki büyük havlu, birisi namaz seccadesi olarak kullanılmak üzere, verileceğini belirtti. Şu Bush, her şeye rağmen nazik adam! BM Genel Sekreteri Kofi Annan, ABD'nin elindeki kişilerin 1949 Cenevre Sözleşmesi'ne uygun olarak davranılması gereken savaş esirleri olduğunu açıkladı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, ‘Hayır, biz onları yasadışı savaşçılar olarak görüyoruz’ dedi. The Economist ise şöyle yazdı: ‘Onlar ne kadar korkunç suçlar işlemiş olurlarsa olsunlar belirli haklara sahiptir ve Amerikalılar hangi yargılama usulünü seçerlerle seç- | |
[pagina 186]
| |
sinler bu geçerli olacaktır. Uluslararası hukuka göre, eğer bir suçla itham edilmiyorlarsa serbest bırakılmaları gerekir. Eğer itham ediliyorlarsa, suçlamalar kendilerine bildirilmeli ve gerçekten bağımsız bir mahkeme tarafından adil biçimde yargılanmalıdırlar. El Kaide tutukluları belki de Bay Rumsfeld'in iddia ettiği gibi Cenevre Sözleşmesi'ne göre “yasadışı savaşçılar” dır ama tek başına bu olgu onların temel haklarından mahrum kalmalarını gerektirmez.’ (Cilt: 362, 19 Ocak 2002) BBC'den John Simpson Sunday Telegraph'da (20 Ocak 2002), Bush'un Afganistanlı tutuklulara yönelik acımasız ve insanlık dışı davranışı karşısında İngiltere'de de huzursuzluğun büyüdügünü yazdı. ‘Aylarca ahlâkın üstünlüğünü vurguladıktan sonra, Washington şimdi farkında olmadan ondan uzaklaşabiliyor’ diyordu Simpson. ‘Pakistan gibi yerlerde, şiddet yanlısı radikal akımlara destek azalıyor ama ABD'nin mağlup olmuş düşmanlarına davranış tarzı canavarın yeniden dirilmesine hizmet ediyor.’ Simpson'un belirttiği gibi, Amerikalıların çoğu, seçkin hukukçuların, insan hakları gruplarının veya Anglikan piskoposların, samimiyetle terörizmi destekleyen bu adamların tutukluluk koşullarıyla neden bu kadar ilgilendiklerini anlamakta zorlanıyor. Terörist kelimesi ilk kez, Jakobenler Fransız Devrimi'nden sonra ‘Terör Dönemi'ni başlattığında, devletin yaptığı terörü tanımlamak için kullanıldı. Çok sonraları Oxford sözlüğü farklı bir yorum ortaya attı: ‘Yurttaşlarına karşı şiddet eylemleri uygulayarak, mevcut hükümeti baskı altına almayı amaçlayan gizli veya sürgündeki bir örgütün üyesine terörist denir.’ İngiliz gazeteci Anthony Sampson'un Herald Tribune'de (12 Aralık 2001) yazdığına göre, İngiltere Yıllığı ilk kez 1947'de Oxford sözlüğünün formülüne başvurdu. Yıllık, ‘Filistin'deki Yahudi teröristler tarafından yapılan zorbalıkların en sonuncusu ve en kötüsü olarak’ değerlendirdiği Kral Davut Oteli'nin havaya uçu- | |
[pagina 187]
| |
rulması olayına göndermede bulunuyordu. 1948'de Yahudi devletinin kuruluşu tek yanlı olarak ilan edildi. Filistinliler, Siyonistlerin ülkelerini ele geçirmesine karşı çıktı. Kelimenin tam anlamıyla ülkeleri onlardan çalınmıştı. ABD, bağımsızlığın ilanından 11 dakika sonra İsrail'i tanıdı. Böylece Filistinliler terörist durumuna düştüler. Doğal olarak ülkelerini geri almak için bir mücadeleye giriştiler. Bu kavga yarım yüzyıldan fazla zamandır sürüyor. 2002 yılında hâlâ Filistinliler ve Yahudiler birbirlerini öldürüyor ve bundan dolayı ABD ile müttefiklerinin çoğu Filistinlileri terörist olarak adlandırıyor. Oysa onlar gerçek özgürlük savaşçılarıdır. Bin Ladin de onların yanındadır. Bence, Hollanda'yı işgal eden (1940-1945) Nazilere karşı bizim direniş hareketimiz ile ülkelerini işgal eden Siyonistlere karşı Filistinlilerin direnişi arasında hiçbir fark yok. Kuşkusuz Hitler ve Himmler bizi, Hollanda yeraltı hareketinin üyelerini, terörist olarak görüyordu. Fakat bizler, Filistinliler gibi, gerçek özgürlük savaşçılarıydık. Çoğu Filistinli, Bush ve Şaron'a, bizim savaş boyunca Hitler ve Himmler'e baktığımız gibi bakıyor. Nazi işgalini yaşamış biri olarak, onları suçlamıyorum. ‘Devlet adına iş gören teröristlere, devrimci teröristlerden daha yumuşak davranılır’ diye yazıyor Sampson. ‘Onlar çoğu kez, aynı madalyonun iki yüzüdür. Joseph Conrad “Gizli Ajan”da, teröristlerin de polislerin de aynı sepetten çıktığını yazıyordu. Fakat iki tarafın birbiri için kullandığı kelimeler değişir. Ben özgürlük savaşçısıyım. Sen teröristsin. Gerçekte, polis baskısı dayanılmaz olduğunda ve şiddet dışında hiçbir direniş imkanı kalmadığında, devlet terörizmi devrimci terörizmi kaçınılmaz hale getirir.’ ABD II. Dünya Savaşı'ndan beri devlet terörizmi uyguluyor. Roosevelt'ten bu yana tüm başkanlar tarafından işlenen suçlar arasında en çok oğul Bush'unkiler, Nazilerin devlet terörizmini andırıyor. Hitler Avrupa'ya hükmedebileceğini sanıyordu. Bush ise, onun ve yardakçılarının, kendi isteklerini dünyaya zorla kabul | |
[pagina 188]
| |
ettirebileceğini düşünüyor. ABD medeniyetinin zaten zayıf olan yaldızı, Afganistanlı sözde El Kaide militanlarına yaptığı vahşi muamele ile daha da dökülüyor. Rumsfeld'in, lüzumsuz yere sakallarını kazıtarak bu adamların onuruyla oynamasının ne gereği vardı? Bu adamın bir Nixon-Ford yılları artığı olduğu hesaba katılırsa, şaşılacak bir şey yok. Her şeyden önce sakal, dindar bir Müslüman için dinine bağlılığın önemli bir kanıtıdır. Julian Borger The Guardian'da (25 Ocak 2002), ‘X-Ray Kampı, özellikle tıka basa doldurulmuş bir hayvanat bahçesine benziyor’ diye yazıyordu. İşkenceyle aynı anlama gelmeyebilir ama tropikal sıcaklık altında pişen daracık metal kafesler vahşetin hakim olduğu bir başka çağa aitmiş gibi görünüyordu. Bu, bir tür Karaibler'in Gulag'ıdır. Kuşkusuz insan, önümüzdeki sahne başka bir ülke tarafından sergilenmiş olsaydı ne olurdu diye merak etmeden duramıyor.’ Ama Bush ve Beyaz Saray başkalarının yazdıklarına bir nebze olsun önem vermiyor. Bush hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyor. 11 Eylül'de 3 bin değerli Amerikalı yitirilmişken, başkalarının ne düşündüğü kimin umurunda? Bush tayfası intikam duygularını, ABD'deki tarihi günde olup bitenle kesinlikle hiçbir ilgisi olmayan El Kaide savaşçılarında tatmin ediyor. 21. yüzyılın başında ABD medeniyetinin ahlâki ve entelektüel ortamı çöküş halindedir. Tarihçi Arnold Toynbee'nin sözleriyle, tüm yaşayan uygarlıklar er ya da geç yıkılır. Harvard'dan Samuel Huntington bir uygarlıklar çatışmasından söz etti. Gerçekte biz, her taraftaki zayıf donanımlı gerilla gruplarının karşısına çıkarılan ileri teknoloji ürünü en modern silahlardan oluşan kapsamlı silah depolarıyla desteklenen bir kapitalist süper cihada önderlik eden bir süper güç görüyoruz. Onlar çıplak elleriyle özgürlük için, saygınlık için ve güneşin altında kendilerine ait bir yer edinebilmek için her şeyi göze alarak mücadele ediyor. Bush uzlaşmayacak. Seçmiş olduğu aptalca, tehlikeli savaş yolun- | |
[pagina 189]
| |
dan hiçbir sapmayı kabul etmeyecek. Amerikan hayat tarzının her yerde hakim olmasını kesin biçimde sağlamak amaçlı küresel savaşını hiç kimsenin baltalamasına izin vermeyecek. Doğal olarak, ABD'nin küresel toplum üzerindeki egemenliği konusunda Amerika'ya karşı yaygın muhalefet ve silahlı ayaklanmalar var. Bu nedenle, ABD'nin ateş gücünün ezici üstünlüğü karşısında, William Butler Yeats'ın dediği gibi ‘soy ve ruh olmak üzere iki tür sonsuzluk’ olduğuna tanıklık ediyoruz. Soyun sonsuzluğu, kabilesel geçmişi yansıtıyor; ruhunki ise kozmopolit bir gelecek endişesini açığa çıkarıyor. Benjamin Barber, bu kaygı verici gelişmeyi ‘savaş ve kan dökücülük yüzünden insanlığın geniş kollarının yeniden kabileleşmesi’ ihtimali olarak ifade ediyordu.’ (McDünya'ya Karşı Cihat, Balantine Books, New York, 1995). Aslında, dünyanın nihai Führer'inin kim olacağına dair evrensel bir mücadele bekleyebiliriz. Hem ABD içinde -John Kennedy'nin Dallas'daki kaderini veya Timothy McVeigh'in Oklahoma City'deki bombalamasını hatırlayın- hem de başka yerlerde, küresel toplum daha yaygın terörizme doğru kayıyor. En azından, Beyaz Saray'daki adama muhalefet, Washington'da küresel anarşi ve terörizm olarak yorumlanıyor. Amerika'nın Avrupa'daki, şimdiden ona eklemlenmiş kuklalarını bir yana bırakırsak, farklı kültürlerden ve dinlerden gelen dünyanın geri kalan kısmı henüz değişmedi. Fakat Küresel Polis, herkesin kayıtsız şartsız ABD hayat tarzına teslim olmasını talep ediyor. Bu, Avrupalı ulusların Afrikalı, Asyalı ve Latin Amerikalı eski sömürgelerine götürdüğü mesajla ve ‘kutsal görev’le aynı tipten bir istektir. Müstakbel Canterbury Başpiskoposu Saygıdeğer Rowan Williams, ABD'nin Afganistan'daki savaşını ‘ahlâki olarak lekeli ve bir utanç kaynaği’ olara niteliyorsa, bir şeyler ters gidiyor demektir. Şu anda Galler Başpiskoposu olan Williams, Bush'un savaşını ‘yenilgiye uğratmak istediği terörizmle ahlâki olarak eşdeğer- | |
[pagina 190]
| |
de’ diye tanımladığında, etkili konuşma, ciddiyet, ikna gücü ve insancıllık niteliklerine sahip olduğunu gösterdi. Bugünkü Amerikan başkanı, Başpiskoposun neden söz ettiğini asla anlayamayacaktır. Bush yönetiminin dış ilişkileri yürütme tarzı, Mussolini'nin ve damadı Kont Galeazzo Ciano'nun tarzını andırıyor. Onlar 1936'da Etiyopya'ya saldırdılar. Bu, Cenevre'deki Milletler Cemiyeti'ni barışı korumanın bir aracı olmaktan çıkardı. Hitler bunu firsat bildi. O da Saarland'a, Avusturya'ya ve Suddetland'a karşı tek yanlı olarak saldırıya geçti ve buraları işgal etti. Gücünü abartıp Polonya'ya da saldırınca II. Dünya Savaşı başladı. Bush ve üç silahşörü; Cheney, Powell ve Rumsfeld, tıpkı 1930'lu yıllarda faşistlerin yaptığı gibi, canlarının istediğini yapma ruh haline tehlikeli biçimde yakınlar. New York Times'ta köşe yazarı Thomas Friedman bu eğilime, 11 Eylül'den altı hafta önce işaret etti. 1 Ağustos 2001'de şöyle yazıyordu: ‘Bush ekibi için dünya lideri olmak, Amerikalıların, kaynaklarının tüketimini (Kyoto Protokolü), askeri güçlerini (Anti-Balistik Füze nükleer deneme anlaşmaları ve Biyolojik Silahlar Sözleşmesi) veya onların akıl almaz silah yasalarını (küçük silahlar konusundaki BM anlaşması) sinirlayabilecek olan antlaşmalar ve çok taraflı sözleşmelerle kısıtlanmadan her istediklerini yapabilmesidir.’ Tam altı yıl boyunca silahların teyidi üzerinde görüşmeler yürütüldü. ‘Ve sonra, Amerika, tesislerinin de teyit edilmesi gerektiğini keşfediyor. Bu ne arsızca küstahlık!’ diye yorumluyor Friedman alaycı biçimde. Ve ekliyor, ‘Amerika'ya, Avrupa'da, çoğunlukla Irak gibi haydut bir devlet olarak bakılıyor.’ Bush yönetiminin dünyaya verdiği mesaj konusunda uyarıda bulunuyor: Onlar kurallara ve anlaşmalara inanmıyor çünkü Bush kaba kuvvete inanıyor. Biz bu güce sahibiz, diğerleri değil! ABD'nin uluslararası ilişkiler karşısındaki tutumu, 1930'lu yılların sonundaki Mihver kuvvetlerininkiyle | |
[pagina 191]
| |
aynı. Tek fark şu ki, Hitler'in Polonya'yı işgalinin ardından İngiltere ve Fransa ona karşı savaş açıp bir ittifak kurmaya giriştiler. ABD'yi savaşa çekmek için Pearl Harbour felaketi şarttı. Tıpkı 11 Eylül'ün, Amerikalıların ‘Terörizme Karşı Savaş’ı topluca desteklemesini sağlamak için, yaşanması gereken zorunlu bir felaket olduğu gibi. Fakat 2002'de, yükselen ABD faşizmine karşı bir uluslar koalisyonu kurulamıyor ve bu yüzden ona karşı savaşmak için örgütlenilemiyor. Nükleer füzeleri olan hiçbir ülke, Amerika'ya saldırma düşüncesini bir an bile aklından geçirmez. Bu yüzden, ABD gerçekten dünyanın her tarafında canının istediğini yapabilir. Amerika, 1945'den beri yavaş ama emin adımlarla imparatorluğunu kuruyor. Profesör R.H. Wade'in açıkladığı gibi, Washington Makyavelci bir hassasiyetle dünyanın küreselleşmesi ve doların hakimiyetine girmesi yönünde çalışıyor (Pazarı Yönetmek, Princeton University Press, 2001). II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Pentagon yeni askeri öğretilerini ve yeni silahlarının özelliklerini Kore, Vietnam ve diğer yerlerdeki bölgesel savaşlarda deniyor. Soğuk Savaş sırasında ABD, Sovyetler'in yıllarca önündeydi, diğerleri ile arasında ise ışık-yılları vardı. Afganistan, ABD ordusuna, istihbaratın ve düşman hakkındaki doğru bilginin bir Yıdırım Savaşı için kilit önemde olduğunu öğretti. ABD Hava Kuvvetleri, yeter ki doğru verileri alsın, gerisini duyarlı bombalar halledecektir. Vietnam Savaşı döneminde Lyndon Johnson yeni hedefleri öğle yemeği sırasında belirlerdi. Bu yüzden askerler Johnson'ın ‘öğle yemeği hedefleri’nden söz ederdi. Yine de, Körfez Savaşı'nda ‘Havadan Hedef Belirleme Görevi’ üç gün sürdü. Irak'ın hareketli Scud bataryalarının yerini saptamak imkansızdı. 1999'da eski Yugoslavya'da uçaksavar bataryaları ve tanklar için aynı şey oldu. Kosova Savaşı'ndan sonra ABD yalnızca 13 tahrip edilmiş tank buldu. Ancak Afganistan'da | |
[pagina 192]
| |
ABD, saptayıcılar ve kameralar takılmış insansız uçaklar kullandı. Sonuçta, Afgan toprakları Vietnam'dan dört kat büyük olduğu halde, ABD'nin Özel Güçlerini - bazen at sırtında- kullanmak daha kolay oldu. Onları bulmak zordu ama durmadan tepelerinde dönen B-52'lere ulaştırdıkları değerli bilgilerle ABD komuta heyetini beslediler. Birkaç düzine tepeden tırnağa silahlı Yeşil Bereli'den oluşan bu küçük ABD gerilla birliklerine ‘A takımları’ deniyor. Bunlar, Kuzey İttifakı birliklerine, Taliban güçlerini nasıl gafil avlayıp saldıracaklarını öğretiyordu. Bu gruplar, Kuzey İttifakı birliklerinin Taliban güçlerini hazırlıksız yakalayıp saldırması için destek olmak üzere ABD saldırı uçaklarını yerden yönlendiriyordu. Bu, daha önce Balkanlar'da izlenen bir taktikti, orada ABD emperyalizmi onlar adına bu kirli işin yapılmasını UCK ve Arnavut çetecilere bıraktı. Bu iş, vahşice kitle kıyımı yapan misket bombalarının kullanıldığı ağır saldırılarla eşgüdümlü olarak yapılıyordu. Bu demekti ki, Amerikalılar hiç kayıp vermezken, diğerleri kurbanlık askerler olarak kullanılıyordu. Ve günün sonunda, ABD kazanmış oluyordu. The New York Times'dan dört muhabir bu günlerde ordunun nasıl iş gördüğünü ayrıntılı biçimde ortaya koydu. Bir Özel Güçler komutanı onlara şunu söyledi: ‘Biz Afganistan'da esas olarak, kimin salt kötü adam, kimin biraz kötü biraz iyi adam olduğunu ve salt iyi adamlar olup olmadığını çözmeliydik.’ Taliban'ı kime temizleteceklerini zihinlerinde belirledikten sonra, Kuzey İttifakının askerlerine üniforma, bot, mühimmat ve yiyecek temin ettiler. Yanlarında ABD Özel Güçleri olmak üzere, bu çeteciler Taliban karşısında büyük bir hızla ilerledi. Afganistan, tümüyle, Balkanlar'ın bir tekrarıydı. Dünya, tüm kıtalarda benzer Küresel Polis operasyonları bekleyebilir. Bu satırlar yazılırken, yüzlerce ABD Özel Güçleri, Ebu Seyyaf'ı (kılıç taşıyan, demek) yok etmek için yürütülen antiterörist operasyonlarda Devlet Başkanı | |
[pagina 193]
| |
Gloria Macapagal-Aroyo'ya yardım etmek için Filipinler'e uçmakta. Bu grubun güneydeki Basilan Adası ve çevresinde faaliyet gösterdiğine ve El Kaide ile bağlantı içinde olduğuna inanılıyor. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, ‘Oraya gönderdiğimiz askeri personelin sayısı az değildir’ dedi. Washington, bir kez daha silahlı çılgınlığa kalkışıyor. The New York Times (22 Ocak 2002) başyazısında uyarıda bulundu: ‘Bir Kez Daha ABD Danışmanları.’ Gazetenin yazdığına göre, ‘Pentagon, uzun süredir utanç verici biçimde, Amerikan güçlerini başka ülkelere, onlar gerçekte savaşçı oldukları halde, 'danışman' olarak gönderdiğini açıklıyor. Bush ekibinin bu oyunu oynamayacağını umuyoruz.’ Kuşkusuz Bush tayfası, II. Dünya Savaşı'ndan sonra tüm ABD başkanlarının yaptığı gibi, bu kirli oyunu tekrarlıyor. Vietnam ‘danışmanlar’la başladı ve ABD 58 bin insanını kaybetti. ‘Tanrılar, Pandora'nın kutusunu kötülüklerle doldururken bunlara umudu da eklediklerinde nasıl da kıkır kıkır gülmüş olmalı’ diye yazıyordu Somerset Maugham, ‘Yazarın Defteri’nde, ‘Çünkü umudun en çok acı çektiren kötülük olduğunu, insanların sefil durumlarına sonuna kadar dayanmaları için onları ayarttığını biliyorlardı.’ Gazetecilerin politika ve dişişleri konularını analiz ederken umut kelimesini kullanması beni hep hayrete düşürür. ABD askeri planlarına ilişkin bu yarım yamalak notların özeti, 21. yüzyılda ABD emperyalizmine karşı çıkmak, eğer imkansız değilse, yararsızdır. Aynı görüşte olmayanların ve boyun eğmeyi veya teslim olmayı reddedenlerin, askeri olarak yeraltına inmek ve özgürlük savaşçısı olmak dışında bir seçeneği yok. Kuşkusuz Washington onları terörist olarak adlandıracaktır, tıpkı Avrupa'nın büyük kısmında Nazi işgaline karşı direnen bizim gibilere Hitler'in yaptığı gibi. Peter Preston 11 Eylül'den kısa süre sonra The Guardian'da, ‘Terörizme Karşı Savaş’ın ‘bir yalan festivali’ne dönüşeceği uyarısında bulunuyordu. Olmakta olan tam da budur. | |
[pagina 194]
| |
Bakan Rumsfeld, Guantanamo Koyu'ndaki El Kaide tutuklularına şempanzeler gibi davranılırken, bu savaş esirlerine karşı uygulanan hayvani muamele hakkında duvar gibi bir suratla yalan söylüyor. Bugünkü Beyaz Saray'ı yöneten yarım akıllılar, dünyayı, iyiler ve kötüler, terörizmin karşısında ve yanında olanlar diye aptalca ikiye bölüyor. Bush kliği, ülkelerin ABD'ye boyun eğdirilmesinin ve kalkınmakta olan ülkelerde refahın artmasını ve daha kaliteli bir yaşamı kısıtlayan Batı'nın getirdiği eşitsizliklerin, saldırganlık ve şiddet için yeterli bir neden oluşturduğunu hiç anlamıyor. ABD'ye itaate zorlamak için, ekonomik ve askeri ambargodan yabancı ülkelere doğrudan doğruya Özel Güçleri göndermeye kadar her türlü yasadışı yöntem kullanılır. Bunlar, içinde yaşayan insanları hiç dikkate almaksızın köylerin B-52'lerle dümdüz edilmesiyle tamamlanır. İronik biçimde, başkalarını şeytan, insanlık dışı, acımasız diye adlandıran Amerikalıların kendisi yeryüzünün en kötü savaş suçlularıdır. Tıpkı Hitler'in, hiç gitmemeleri gereken yerlere SS birliklerini göndererek tüm Avrupa'ya özgürlük getirdiğini düşünmesi gibi, Bush da özgürlük savaşçılarını yok etme ve dünyanın her köşesine birliklerini gönderme sözü veriyor. Ve bu kez, Nazi canavarına karşı savaşmak üzere büyük bir ittifakın kurulabildiği 1939'un tersine, milyarlarca güçsüz ve yoksul insan için, bu en son emperyalizm dalgasına karşı silaha sarılmaktan ve özgürlük savaşçısı olmaktan başka bir seçenek bırakılmıyor. ABD kasıtlı olarak yanlış biçimde bu kahramanları terörist diye adlandırıyor. Bush ve Şaron günümüzün Nazileri gibi davranıyor. Yaser Arafat'ı ‘geçersiz’ ilan ettiler. Bush onu, Oval Ofis'te kabul etmeye değmeyecek bir terörist olarak olarak görüyor. Arafat'ın arkadaşları ve en yakın yardımcıları Nazi tarzında öldürülüyor. Mevcut İsrail rejiminin bu canice tutumu ancak Bush yönetimi bunu onayladığı için mümkün oluyor. ABD despotizmine ve | |
[pagina 195]
| |
İsrail Neo Faşizmine karşı özgürlük mücadelesi ve gerilla savaşı hep devam edecek. Ta ki, sonunda Amerikalıların dünya işlerindeki fesadının ve zorbalığının kendi içinden durdurulacağı, düzeltileceği ve temizleneceği gün gelene kadar. Fakat bu, ABD'nin Vietnam'daki zorbalığının -ancak 15 yılda- durdurulmasından daha uzun sürebilir. Bu arada 11 Eylül tipi felaketlerin tekrarlanma olasılığı yalnızca büyüyecek ve uzun bir süre yaşamımıza eşlik edecek. Bill Clinton için, birkaç düzine cruise füzesini Afganistan'daki El Kaide kampına fırlatma emrini vermek çocuk oyuncağıydı. Fakat onlar da, intihar komandolarıyla ABD yolcu uçaklarını kitle kıyımı yapabilecek silahlara dönüştürerek (Bush'un anlatımıyla) kendi cruise füzelerini yarattılar ve bunlarla 11 Eylül'de New York ve Washington saldırılarını gerçekleştirdiler. ABD-İsrail savaş suçlarına karşı savaş ilan etmiş olan aynı kişiler, ya benzer bir eylemi Tel Aviv'e karşi planlasalardı? Kıyamet kopardı. İsrail ve ABD'nin yaptığı gibi, yıllarca Arapları tahammül sınırını aşacak ölçüde taciz edip kışkırttıktan sonra, Arap gazabının volkanının patlayıp Fas'tan Endonezya'ya kadar sokakları dolduracağı günün geleceğini tahmin etmek için insanın bir kristal küreye ihtiyacı yok. Bush'un sıkı konuşmasına rağmen, Amerikalılar, Vietnam'da ve Somali'de olduğu gibi yine kaçacaklar. Filistinliler sonunda özgürlüklerini ve topraklarını geri alacak. İşler tersine dönünce, İsrail varlığını sürdürebilirse şanslı olacak. Krallar, işbirlikçiler ve ABD'nin Quislingleri bir gün gidecek. Eğer şansları varsa, dünyanın dört bir yanındaki pek çok düzenbazın daha önce yaptığı gibi, bankaları soymak, Florida veya California'ya kaçmak için zamanları olur ve orada mutluluk içinde yaşarlar. ABD dolar emperyalizmi de, yüzlerce yıllık Avrupa sömürgeciliğinin sonunda Afrikalı ve Asyalıların sokaklara dökülmesinden sonra çökmesi gibi, aynı biçimde er ya da geç çökecek. Her şeye rağmen sonunda İran Şahının başına ge- | |
[pagina 196]
| |
len budur. Hüsnü Mübarek'in, ABD'ye olan 8 milyarlık borcunun silinmesi karşılığında Irak'a karşı Körfez Savaşı'na katılmayı kabul eden bu hainin, eninde sonunda başına gelecek olan budur. Ortadoğu, Washington'dan gelecek bir lütuf karşılığında ülkelerini ve birbirlerini satmaya hazır Arap Quislingleri ile doludur. Suudi hanedanı bir başka mükemmel örnektir. Bin Ladinciler güvenli ve kendinden emin biçimde mevzi kazanıyor. Avrupa sömürgeciliğinin 20. yüzyılda yeryüzünden silinmesi gibi, ABD emperyalizmi de sonunda Ortadoğu'da çökecektir. Kendisi de önde gelen bir savaş suçlusu olan Şaron, Bush'un şahsında vefalı bir suç ortağı buldu. Bush sessizce başını sallayarak Şaron'un çılgınca davranışlarına onay veriyor. CIA'nın kontrterörist operasyonları eski şefi Vincent Cannistraro, Washington Post'da, (31 Ağustos 2001) Bush yönetimi ile şimdiki İsrail hükümetinin arasındaki, Filistinlileri ‘kan kaybından ölmeye bırakma’ politikası temelindeki anlaşmadan sözediyor ve bu politikayı ‘sersemce’ diye adlandırıyordu. Bu anlayışla karşılanmalı çünkü bunun yerine ‘canice’ kelimesini kullansaydı, eski işvereninin avukatlarıyla başı derde girecekti. İsrail devleti öldürülmesi gereken Filistinli yurttaşlara ilişkin resmi bir liste hazırladı. Ben Gurion ve diğerleri tarafından 1940'lı yıllarda uygulanan Siyonist devlet terörizmi Şaron'un eliyle tümüyle yeniden canlandırıldı. İsrailli caniler 1948'de Kudüs'te, barış için arabuluculuk yapmaya çalışmakta olan İsveçli Kızıl Haç Başkanı Kont Folke Bernadotte'yi öldürdüler. 2001'de Şaron ortadan kaldırılması gereken Filistinli yurttaşların listesini çıkardı. ‘Hedef cinayetleri’ diye yazıyordu Cannistraro, ‘terörizmi caydırma amacına ulaşmada etkisiz olduğu gibi, kana susamışlığı ve anlaşılır bir intikam duygusunu haklı çıkarabilir.’ CIA eski bölüm şefi mantıklı bir şekilde, bu yargısız infazların yalnızca -diğer tarafın dediği gibi- ‘kan borcu’nu ve bıktırıcı şekilde süren şiddet döngüsünü yarattığını ile- | |
[pagina 197]
| |
ri sürüyordu. Kısacası, Bush'un uğursuz ‘Terörizme Karşı Savaşı’nın nihai etkisi de aynı olacaktır. 1995'de İsrail'in MOSSAD'ı, Filistin İslami Cihat'ının önderi olan Afthi Şakaki'yi öldürmesi için Malta'ya bir saldırı timi gönderdi. Bu, İsrail'e karşı bir dizi terörist eylemin öcünü almak için yapıldı. Unutulmasın ki, bu, Batılı medyanın ifadesidir. Şakaki ve arkadaşları yalnızca ülkelerini geri almaya çalışan özgürlük savaşçılarıdır. Şakaki'nin yerini, Suriye'nin desteğiyle İslami Cihad'ı daha da güçlendiren Ramazan Abdullah Şalah aldı. İsrail'in içinde daha da öldürücü intihar bombalamalarını geliştiriyor. Ve böylece sonu gelmeyen şiddet döngüsü devam ediyor. ‘Öyleyse İsrail'in suikast kampanyasının gerçek başarıları neler?’ diye soruyordu Cannistraro Washington Post'daki makalesinde. ‘Daha fazla ölüm, daha fazla kurban; oysa İsrail radikal sağı ile Filistinli radikal İslamcılar arasında sıkışıp gerileyen her iki ülkedeki politik olarak ılımlı kesim, giderek solan umutlarla, barış yapacak önderleri arıyor. Amerikan hükümeti, ABD yasalarına göre suç teşkil eden bir işi onaylamamalı ve üstü kapalı biçimde cesaretlendirmemelidir.’ Bir CIA görevlisinden bile gelse, mantıklı görüşleri kimse umursamıyor çünkü mevcut ABD ve İsrail liderlerinin ikisi de kör bir öfke duygusuna takılıp kalmış durumda. Sicili savaş suçlarıyla dolu bir eski general ile bir ABD beyzbol takımının eski oyuncusunun beyinleri, yalnızca cinayetlere karşı misilleme yapmayı hayal edebiliyor. Sağduyulu devlet adamlarımız nereye gitti? Amerikalılar, Filistinlilerin İsrail'e, onlar Yahudi oldukları için değil, ülkelerini ellerinden aldıkları için direndiğini ve saldırdığını neden anlamıyor? Şaron Filistinlileri, ta 1953'de Qibya'dan, 1982'de Sabra ve Şatila'dan beri öldürüyor. O yalnızca, 53 yıl önce başlayan Filistin'in sömürgeleştirilmesi sürecini kanlı elleriyle devam ettiriyor. Batı, İsrail'in bağımsızlığından sonra İsrail'de kalan Filistinlilerin topraklarının yüzde 85'ine el konulduğunu unutuyor. Siyonizm İsrail etiğine ne | |
[pagina 198]
| |
yaptı? 1948'den önce toprakların yaklaşık yüzde 93'ü, fi tarihinden beri orada yaşayan Filistinlilere aitti. Hunların Batı Avrupa'yı istila ettiği dönemlerde benim ülkem, Almanya'nın bir parçasıydı. William of Orange'dan gelen Hollanda kraliyet ailesinin genleri yüzde 99 Almandır. Bir zamanlar İspanya bile ovaları işgal etmişti de, onları çıkarmak için 80 yıl süren bir savaş yapılmıştı. İspanyol ve Alman fatihlerin 1947'de Hollanda sınırlarına dayanıp bin yıl önce onların oturmuş olabileceği bu toprakları istediklerini hayal edin. Kesinlikle teslim olmayı reddeder ve şiddetle savaşırdık; tam da davetsiz misafir Yahudilere karşı Filistinlilerin yapmakta olduğu gibi. Houston'lı büyük şeytan, davetsiz Yahudi misafirlerin daha fazla Filistin toprağı ele geçirmesini yüzde yüz destekliyor. Ve dünyanın geri kalanı dehşet ve hüsran içinde bu yeni İsrail savaş suçları dalgasını durdurmaktan aciz, izliyor. Dahası, bir hükümet üyesi olan Benny Elon, açıkça ve utanmazca, ‘Şaron hükümeti Batı Şeria'daki Filistinliler için yaşamı öylesine dayanılmaz hale getirecek ki, onlar topluca oradan ayrılmak isteyecek’ dedi. Şaron başından beri, ne pahasına olursa olsun FKÖ'nün yok edilmesi politikasını izledi ve açıkça, kendi ayakları üzerinde durabilecek bir Filistin devletinin doğmasına asla izin vermeme kararlılığıyla davrandı. Arafat tümüyle İsrail ordusunun bir tutuklusu durumunda. Bush, Cheney ve Rumsfeld onu da, Küba'daki El Kaide Hayvanat Bahçesi'nin en son teşhir hayvanı olarak Guantanamo'ya uçurmaya iyice hazır görünüyorlar. Hiç kuşku yok, Şaron ve ortakları, Arafat'ın Filistinli intihar saldırılarını durduramayacağını, çünkü halkının yarım yüzyıldır süren İsrail terörizminden dolayı topyekün bir öfke içinde olduğunu pekâlâ anlıyor. Onlar, sadece kağıt üzerindeki Filistin devlet başkanı olarak daha da gücünü kırmak için bilerek Arafat'tan imkansızı istiyorlar. Peter Beaumont'un London Observer'da (27 Ocak 2002) bildirdiğine göre, İsrailli askerler Arafat'ın karar- | |
[pagina 199]
| |
gahının avlusunda bile görülüyor. FKÖ lideri telefonla her taraftan yardım istiyor. Bazı eski dostlarına çağrıları ulaşmıyor. Şaron'un Bush tarafından bütünüyle desteklenen psikolojik savaşı, bu yaşlı adamı çıldırtmayı amaçlıyor. Peki ya sonra? Arafat'tan sonra işler daha da kötüleşebilir. FKÖ son günlerde İsrail'in Birinci Kanal televizyonuna çıktı; kendisini kaybederek haykırdı: ‘Amerikalıları niye dikkate alayım! Amerikalılar sizin tarafınızda ve her şeyi size onlar veriyor. Uçakları size kim veriyor? Amerikalılar! Tankları kim veriyor? Amerikalılar! Parayı kim veriyor? Amerikalılar! Bana Amerikalılardan söz etmeyin.’ Onun dile getirdiği şiddetli hayal kırıklığı, bütün Ortadoğu'da Arap kitleler tarafından paylaşılıyor. Fakat ABD, özellikle 11 Eylül'den sonra buna zerre kadar aldırış etmiyor. 11 Eylül felaketinden yalnızca Amerika ve İsrail yararlandı. Bu olay onlara dünya çapında terörizme karşı savaş açma imkanı verdi. Bush ve Şaron'un askeri güce duydukları körü körüne güven, her yerde ters tepiyor. William Pfaff'ın belirttiği gibi, ‘Bir bölgeyi istikrara kavuşturmada askeri yayılmanın hiçbir faydası yok, tersine aslında bölge ülkelerinin istikrarını sarsıyor ve onları çökertiyor ya da İslami köktenciliği güçlendiriyor ve onun yeni üye kazanmasına neden oluyor.’ (The New York Times, 26 Ocak 2002) Veliaht prensin kardeşi ve İstihbaratın başı olarak Prens Turki'nin halefi Prens Navaf bin Abdülaziz'in Sunday Times'a (27 Ocak 2002) dediği gibi, ‘Amerika'nın Ortadoğu'da yürüttügü politikalar bölgede barışın yerleşmesine hizmet etmiyor: ABD daima İsrail'le birliktedir. Bu benim gördüğüm en kötü kriz dönemidir.’ Washington Şaron'un savaş suçlarını körü körüne onaylayışı üzerinde yeniden düşünmeliydi. Bunu yapmadı çünkü Beyaz Saray kendi savaş suçlarını itiraf etmez. ABD'nin eski Riyad Büyükelçisi James Akins'in Sunday Times'a dediği gibi, ‘Suudi Arabistan'da nefret edilmemizin nedeni, çifte standartlı olmamızdır. Biz | |
[pagina 200]
| |
İsrail'in uluslararası hukuku çiğnemesinin ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına meydan okumasının yanına kâr kalmasına izin veriyoruz. Bu koşullar devam ettiği sürece Suudi Arabistan ve diğer Müslüman ülkelerle ilişkilerimiz çok kötü olacak.’ Beyaz Saray, Riyad'ın bölgeden 6 bin ABD askerinin çekilmesi isteğini kabul etmeye hazır değil. Beyaz Saray'daki maço kişilikli karar alıcılar, Büyükelçi Akins'in neden söz ettiğini anlayacak beyin kapasitesinden yoksun. Ve ikincisi, eğer ordu şimdi çekilseydi, Bush tayfası, Usame bin Ladin'e yeni bir zafer kazandırmış gibi hissedecekti. Ladin on yıl boyunca Suudi topraklarında hiçbir emperyalist gücün bulunmaması gerektiğini savundu. Bir gün, eğer baba Bush ABD birliklerinin Suudi Arabistan'da kalmasını emretmemiş olsaydı, 11 Eylül felaketinin asla gerçekleşmeyecek olduğunu öğreneceğiz. Gizliliği kaldırılıp yayınlanan belgeler ışığında, sonunda belki de ortaya çıkacak ki, eğer ABD, baba Bush'un Körfez Savaşı'nı izleyen dönemde Suudilerin ve Arapların uyarılarını dikkate almış olsaydı, WTC kuleleri hâlâ yerinde duruyor olacak ve oğul Bush ‘Terörizme Karşı Savaş’ını ilan etmek için başka bir bahane aramak zorunda kalacaktı. O zaman, 11 Eylül'ü İsrail İstihbarat servislerinin mi yoksa, bize söylendiği gibi El Kaide'nin mi organize ettiği bilinecek. Şu ana kadar bütün dünya, bin Ladin'in suçlu olduğuna dair Bush'un sözlerini tartışmasız bir gerçek olarak kabul ediyor. Çok sayıda ABD başkanı, hastalık derecesinde yalancılar olarak nam saldı. Onların sözlerini hiç üzerinde düşünmeden ciddiye almak daha da aptalca olurdu. 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca bunu çok iyi öğrenmiş olmalıydık. Tarihin hükmü, bu yüzyılın ortalarında kesinleşecek, o zaman 11 Eylül hakkında gerçeğe daha yakın olacağız. Cenevre'deki Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü'nden Daniel Warner, ‘Terörizm, güç dağılımının son derece dengesiz olduğu koşullarda, mülksüzleştirilenlerin ve söz hakkı olmayanların etkinliğidir’ diye ya- | |
[pagina 201]
| |
zıyor. ‘Savaş tamtamları giderek daha yüksek perdeden çalınırken, daha soğukkanlı seslerin bazı basit gerçekleri dile getirmeye çalışması gerekir.’ Warner terörizmin kolayca değişim geçirebilen bir virüs olduğunu söylüyor. ‘Sınırları kapatmak, füze kalkanları oluşturmak, Orta Çağ görüntülerini hatırlatan jeopolitik tepkilerdir; bunlar gelecekteki, iletişim sistemini bozmaya yönelik veya kimyasal ve biyolojik terörizme karşı çözüm değildir.’ Warner'a göre, ‘Servetin dağılımındaki eşitsizliklerin büyümesi ve politik süreçlerden dışlanma, hayal kırıklığının, saldırganlığın, şiddetin ve terörizmin nedenleridir. Hayal kırıklığının büyümesi, şiddetin büyümesi demektir. Baskının yoğunlaşması, tepkinin yoğunlaşması demektir.’ (Herald Tribune, 21 Eylül 2001) Dinliyor musunuz bay Şaron? Nazi işgalcilerine karşı direnişimizden söz ederken kastettiğim budur. Siz Nazi davranışını sergiliyorsunuz bay Şaron! Biz Hollanda'da Nazilere karşı, tıpkı Filistinlilerin size karşı savaştığı gibi savaştık. Biz de El Kaide tarzında özgürlük savaşçılarıydık. Amerikalılar, Vietnam'da, Vietkongların El Kaide gibi, Hamas ve tüm diğerleri gibi özgürlük savaşçıları olduğunu öğrenmiş olmalıydı. Onlar kolayca kökü kazınacak teröristler değildir. George Orwell 1945'de ‘Eğitimli insanlar arasında anti Semitizm bağışlanmaz bir günah olarak görülür ve ırk ayrımcılığının öteki türlerinden tamamen farklı bir kategoride olduğuna inanılır’ diye yazıyordu. Batılı yayınlarda, büyüyen İsrail karşıtı ruh hali üzerine görüş bildiren giderek daha fazla başyazı çıkıyor. The Guardian'ın haklı olarak işaret ettiği gibi, Mugabe ile Zimbabve, Rumsfeld karşıtı olmakla Amerikan karşıtı olmak ve Şaron karşıtı olmakla İsrail karşıtı olmak arasında belirgin bir fark var. Bununla birlikte, İsrailliler, Şaron'un nasıl biri olduğunu unutmuş gibi, kendilerini yönetmek üzere büyük bir çoğunlukla bu adamı göreve getirdi. Şaron'dan, Filistinlilere karşı aptalca, dar görüşlü, | |
[pagina 202]
| |
vahşi, canice ve eninde sonunda felaketle sonuçlanacak bir politika beklemeleri gerektiğini biliyor olmalıydı. Bu, insanları anti Semitik yapmamalı ama yapıyor. Dünya çapında İsrail karşıtı ruh hali giderek güçleniyor. Bu eğilim, her yerde yoğun ABD karşıtı duygularla at başı gidiyor. Gerçekten Amerikalılar ve Yahudiler Neonaziler gibi davranıyor. ABD halkı, 11 Eylül kabusunun etkisinden kurtulunca, bunun farkına varmalı. ‘Terörizme Karşı Savaş’ın bir başka tehlikeli yönü, ABD ordusunun, Bush'un gözünün önünde, onun bin Ladin'e karşı haçlı seferini bütünüyle ABD askeri gücünü yaymak için kullanıyor olmasıdır. Eski SSCB'nin etrafındaki çember, Soğuk Savaş günlerinde olduğundan daha da daraltılıyor. Bunun faydası ne? Hem ABD ordusu hem de ABD petrol devlerinin yararına Orta Asya'nın enerji zengini cumhuriyetlerinin denetim altına alınması. Yirmi yıl önce Sovyet Kremlini Afganistan'a yönelik bir ABD hareketinden korktu. Komşusunu işgal etti ve 10 yıl süren kanlı bir gerilla savaşını kaybetti. Sovyetler'in, şimdi Amerikalıların yerleştiği, aynı tepeler ve dağlarda yaşadığı yenilginin, Sovyet imparatorluğunun yıkılışında ciddi biçimde payı vardı. Mihail Gorbaçov 15 Sovyet cumhuriyetini bir arada tutamadı. Onu, CIA'dan dört danışmanın Kremlin'deki -kızının bürosunun yanındaki büroda- varlığına gizlice izin veren Boris Yeltsin izledi. Yeltsin, bu süper gücün talihsiz dağılışı sırasında başkanlık yaptı; dünyayı, Washington tarafından, tek başına ve insanlığın geri kalanı için tehlikeli sonuçlar yaratacak biçimde yönetilmeye terk etti. Emperyalistlerin gözünü diktiği ödül, Kazakistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Azerbaycan'daki zengin petrol ve gaz yataklarıydı. Bunların en azından Suudi Arabistan ve Irak'taki yataklarla eşdeğerde olduğu tahmin ediliyor. Bu yeni ve büyük enerji oyununda Kabil'in denetimi, stratejik olarak büyük öneme sahip. Bu, Sovyetler'in 1979 yılı Aralık ayındaki, diğerlerinin önünü kesme amaçlı saldırı- | |
[pagina 203]
| |
sını açıklıyordu. Bu aynı zamanda, ‘Terörizme Karşı Savaş’ın, çok fazla tartışılmayan ama Bush'lu Beyaz Saray'ın zihninde bir hayli yer tutan boyutudur. ABD askeri güçlerinin Afganistan'da uzun süreli bir çatışmaya çekilmekte olduğuna bakmayın siz. Bush tayfasının peşinde olduğu şey petroldür, özellikle de Rus petrolü. Doğal olarak Bush, bin Ladin'i ölü ya da diri ele geçirmek için Afganistan'a müdahale ettiğini söylüyor. Fakat belki de onun önceliği, kendisinin söylediği gibi, El Kaide değildir; onun gerçek amacı pekâlâ ellerini Rusya'nın en önemli enerji kaynaklarına uzatmak olabilir. Gecikmeli olarak, Washington, ele geçirilmesi oldukça güç olan hedefinin yakalanmasını hafifsemeye başladı. Beyaz Saray şimdiden bu adamı yakalamanın altı yılı bulabileceğini söylüyor. Belki de onu aramayı tümden bıraktılar. Amerikalılar kendi elleriyle yarattıkları bir başka Che Guevara efsanesi mi istiyorlar? Usame'nin taraftarları, Kübalı Fidelcilerden tamamen farklı cinsten özgürlük savaşçıları, onlar intihar bombacıları. Dahası, bin Ladin'i mahkeme önüne çıkarmak riskli olurdu çünkü adam aslında 11 Eylül'le doğrudan bir ilgisinin olmadığını kanıtlayabilir. Edward Helmore The London Observer'da (21 Ocak 2002), Washington'un bölgede kalma niyetini hiç saklamaya kalkışmadığinı belirtti. ABD Senato çoğunluk lideri Tom Daschke son zamanlarda bölgeyi ziyaret etti ve Özbek liderlere ABD askerlerinin orada ‘kısa süreliğine’ bulunmadığinı söyledi. On yıl gibi az bir süre önce bile, binlerce ABD askeri personelinin eski Sovyet topraklarında, bugün Orta Asya'nın eski Sovyet devletlerinde olduğu gibi, faaliyette bulunacağı düşünülemezdi. Vladimir Putin Pentagon'la böyle bir işbirliğine izin vermeyi yararlı gördü çünkü bu, Rusya'nın Çeçenistan'da sürdürdüğü savaşa yönelik ABD'nin ve AB'nin eleştirilerini yumuşatacaktı. Moskova'nın ödediği stratejik bedele değer miydi? Öte yandan, Çin Halk Kurtuluş Ordusu'nun Genel- | |
[pagina 204]
| |
kurmay Başkanı General Fu Quanyou, ABD askerlerinin Kazakistan'a girişini ‘Çin'in güvenliğine yönelik doğrudan bir tehdit’ olarak tanımladı. Pekin'in, kendi iç istikrarı hakkında, batı sınırlarında yaşayan Müslüman Uygurlar arasındaki radikallerden kaynaklanan kaygıları var. Helmore, London School of Economics öğretim üyesi profesör Margot Light'den bir alıntı yapıyordu: ‘ABD'nin bölgeye koalisyon destekli askeri güçleri yerleştirmedeki şaşırtıcı hızı, Rusya'nın (ABD askeri yayılmacılığına etkili biçimde karşı hamleler yapmada) başarısız kalmasına neden oldu.’ David Ignatius Rusya'yı, dünyanın başlıca enerji üreticisi durumundaki Suudi Arabistan'a rakip olarak tanımladı. (Herald Tribune, 24 Aralık 2001) Rusya'nın Lukoil ve Yukos gibi petrol şirketleri şimdi, Exxon-Mobil, BP ve Shell'e benzetilerek ‘en büyükler’ olarak adlandırılıyor. Yalnızca Azerbaycan ve Kazakistan'ın 2010'da günde yaklaşık 3 milyon varil petrol ihraç etmesi bekleniyor. Ignatius, Moskova'nın yeni bir Houston haline gelme yolunda olduğunu tahmin ediyor. Rusya'nın kendisi günde 7 milyon varil petrol ihraç ediyor. Yakında Rusya günde yaklaşık 16 milyon varillik petrolü kontrol ediyor olacak; bu da Suudi Arabistan'ın mevcut üretiminin kabaca iki katı ediyor. ‘Ve bu miktarlara, Rusya'nın şimdiye kadar başlıca üreticisi olduğu doğalgaz dahil değil’ diye not ediyor Ignatius. Şimdi, enerjiyi uygun limanlara taşıyacak olan çeşitli boru hatlarının hangi ihraç yollarıyla ve hangi ülkelerden geçerek inşa edileceği üzerinde gerçek bir kedi-fare oyunu oynandığı görülüyor. Görünüşe bakılırsa, Boris Yeltsin'li yıllarda ortaya çıkan hırsız baronlar, kabaca çalmaktansa, kapitalist oyunlara bağlı kalarak daha çok para kazanacaklarını görüyorlar. Bu nedenle Rusyalı petrol devleri, içerde olduğu gibi, ülke pazarı dışında da yatırım yapmaya başlıyor. Ignatius'un bildirdiğine göre, ‘Lukoil, Irak'ın, günde hemen hemen 700 bin varil üretim beklenen Batı Qurna bölgesine büyük yatırımlar yapıyor. Ruslar, Cezayir, Su- | |
[pagina 205]
| |
dan ve Libya'daki muhtemel enerji kaynaklarını da araştırıyor.’ Putin iki yıl önce yönetimi üstlendikten sonra Rusya'nın enerjisinin pazarlamasını Arapların hakim olduğu OPEC'in (Petrol İhracatçısı Ülkeler Örgütü) dayatmalarından kurtarmaya karar verdi. New York'daki Dış İlişkiler Konseyi'nde görevli diplomat Richard Butler, ‘Rusya'nın bağımsız petrol fiyatlandırma politikaları iki yıl içinde Rus ekonomisini istikrara kavuşturmayı başardı’ diye yazıyor. 1999'da, Kazakistan'ın Hazar Denizi'ndeki petrol alanlarından Kazakistan'ı ve Rusya'yı geçerek Novorossisk limanında Karadeniz'e ulaşacak bir boru hattının yapılması için ısrar eden, Başbakan Yevgeni Primakov'du. Boru hattı 2001'in sonlarında açıldı. Baş müşterisi olan Rusya'nın Tengizchevroil'i ile Rusya ve Kazak ortakların dışında boru hattının yarısı Chevron'a ve dörtte biri Exxon-Mobil'e aittir. Bununla, Kazakistan ekonomisinin yüzde 13 büyümesi bekleniyor. Büyükelçi Butler'ın işaret ettiği gibi, Bush'un Afganistan'daki savaşı, Unocal ile Bridas adlı Arjantin firmasının Afganlardan hak koparmak için rekabete girdiği 1990 ortalarından beri ilk kez bu ülkeyi ve Pakistan'ı kat edecek bir boru hattının inşasını mümkün hale getirdi. ‘Terörizme Karşı Savaş’ın bir başka tali sonucu, sürmekte olan petrol üzerine gizli savaştır çünkü Washington yeni gerçekliğe uyum sağlıyor gibi görünüyor. ABD, 11 Eylül'ün 19 intihar pilotunun 15'inin Suudi olduğunu gördü. Belki de artık Suudi Arabistan en iyi müttefik olmaktan çıktı. Beyaz Saray açıkça, Suudi petrolüne önceki bağımlılığını azaltmaya yöneliyor. (Herald Tribune, 19 Ocak 2002). Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi bir Dehşet Dengesi'ni yeniden kurmak üzere Rusya, Çin ve Hindistan arasında nükleer bir ittifakı savunan da yine Primakov'du. Bill Clinton ve onun Kremlin Uzmanı Strobe Talbott hemen müdahale etti. 2002'de görüyoruz ki, Pakistan'ın Müslüman özgürlük savaşçılarının bir sığı- | |
[pagina 206]
| |
nağı haline gelmesinin sonucu olarak, Hindistan giderek artan biçimde Batı'ya özellikle de ABD'ye yaklaşıyor. George Bush'un Terörizme Karşı Savaşı Washington için geniş çaplı Doğu-Batı güç oyununda bazı yararlı yan etkiler yaratıyor. Bu savaş, Keşmir üzerinde Delhi ve İslamabad arasındaki yerel çatışmayı da ilgilendiriyor; ABD şimdi bu çatışmada Hindistan'ı destekliyor. 1955'te Endonezya Başkanı Sukarno tarafından Bandung'ta oluşturulan, Afrikalı-Asyalı ülkelerin onun yardımıyla ABD ve SSCB'nin nükleer bir savaşa varacak bir çatışmaya girmesini önlemek için arabulucu rolü oynamayı umdukları, uluslararası ilişkilerde bağlantısızlık anlayışı, 21. yüzyılda eskimiş ve aşılmış hale geldi. Şimdi B sınıfı-nükleer güçler, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa, Hindistan ve Pakistan var. Belki İsrail gibi, birkaç da C sınıfı-nükleer mini-güç var. Fakat bir tek A sınıfı-nükleer güç bulunuyor: ABD. ‘Cücelerden’ hiçbiri ABD askeri gücüne meydan okuyacak fikirlere sahip değil. Bu yüzden, bugünün küresel polisine karşı çıkanların tek bir seçeneği var: Yeraltına inmek ve küresel gerilla birliklerini örgütlemek. Sivrisinekleri nükleer bombalarla öldüremezsiniz. Bu nedenle Washington askeri öğretilerini değiştiriyor. Şu kesin ki, askeri bütçeler savaşlarda büyük bir hızla genişler. Bush yeni mali yıl için 380 milyar dolarlık bir Pentagon bütçesi planlıyor. Afganistan'daki başarılarından sonra Özel Güçler özel fonları kullanabiliyor. Washington bir kontrgerilla ordusuna yöneliyor. Para ilk kez 15 bin kişilik yeşil berelilere ve Delta Force ile donanma komandolarına gidiyor. ABD'nin beslediği devlet gerillalarının bir öncü kıtası Filipinler'e ulaşıyor; gönderilen askeri güç bu ülkede anti Amerikan duyguları yaygınlaştırıyor ve Müslüman özgürlük savaşçılarına sempatiyi güçlendiriyor. Bush küresel savaşını şimdi de oraya taşıyor. Savaş kışkırtıcısı Rumsfeld, Financial Times'dan Edward Alden'e ‘Biz El Kaide'den çok daha fazlasıyla | |
[pagina 207]
| |
ilgileniyoruz’ diyordu. (19 Ocak 2002) ‘Terörizm sorununu çözmek için 15 ülkeye daha gitmemiz gerekiyorsa, gitmeliyiz, ancak bu şekilde bu sorunun zarar vermesini ve daha binlerce insanı öldürmesini önlemiş oluruz.’ Zavallı adam. Onun beyni, terörizm dediği şeyin tek kaynağının elli yıldır gidilen ABD'nin emperyalist dış politika rotası olduğunu idrak etmekten aciz. Gerçekte insanlık sonunda, Beyaz Saray'ın, hükümetin ve bütün olarak ABD iktidar kurumlarının zorbaca davranışlarına karşı meşru ve örgütlü, silahlı bir isyanla direniyor. Nihayet ABD terörünün kurbanları tarafından, yarım yüzyıldır işlenen savaş suçlarının faturası çıkarılıyor. Eric Pianin ve Bob Woodward The New York Times'da (18 Ocak 2002), ABD istihbarat ajanlarının giderek artan biçimde, gelecekte ABD'ye karşı El Kaide'nin Asyalı ve Afrikalı üyelerinin katılabileceği saldırılardan kaygı duydukları uyarısında bulundular. Washington'dakilerin akıl edemedikleri soru şu: El Kaide gibi bir örgüt Endonezyalılar, Filipinliler veya Malezyalılar arasından neden bu kadar kolay biçimde gerilla toplayabiliyor? Yarım yüzyıldır ülkelerinin halklarına karşı işlenen sayısız suça tanık olarak uzun bir süreçte ABD'ye karşı büyüyen bir nefret duyan Asyalıların bu örgüte üye yazılması kolaydır. Beyaz Saray, Hollywood'dan, amaçlarını benimsemesini ve ‘diğer halklara ve ülkelere karşı Amerika'nın iyi niyetlerini ve fedakarca davranışlarını’ destekleyen filmler üretmesini istedi. Gerçekten de Hollywood bu isteğe cevap verdi. Somali'de Mogadişu'nun harap arka sokaklarının labirentlerinde bir grup asi ayaktakımı tarafından düşürülen ABD'nin ileri teknoloji ürünü bir helikopteri çevresinde yazılmış bir senaryo ortaya çıkarıldı. ‘Seçkin komandoların, Amerika'nın kudretine meydan okumaya cesaret eden Muhammet Farah Aidid'in yakın adamlarını yakalama amaçlı operasyonu başarısız olunca, öteki helikopter de iki mil uzakta düştü’ diye yazıyordu Jonathan Clayton The Sunday Ti- | |
[pagina 208]
| |
mes'ta. (20 Ocak 2002). Çıkan çatışmada 19 işgalci Amerikalıya karşı 500 Somalili öldü. Bush'un istediği gibi, Hollywood, Bill Clinton'ın Somali'deki, aslında tam bir felaket olan askeri harekatını yüceltmek için ‘Kara Şahin Düştü’ filmini çekti. George Monbiot'un The Guardian'da belirttiği gibi, Hollywood görev aşkıyla başkanın gösterdiği yoldan yürüdü ve 1993'deki Somali yenilgisini iyi ile kötü, uygarlık (ABD) ile barbarlık (Somali) arasındaki bir çatışma olarak sundu. Hollywood kolayca yeni bir ulusal efsane yarattı. ‘Amerika kendisine aynı anda hem dünyanın kurtarıcısı, hem de kurbanı rolünü biçiyor. Kendisini dünyayı kötülükten kurtarmak için kurban olmayı göze alan bir mesih olarak görüyor. Bu efsane, dünyadaki başka herkes için haddi hesabı olmayan tehlikeler içeriyor’ diye uyarıyor Monbiot. ‘Kara Şahin Düştü’, dokuz yıl öncesinde geçiyor. CIA şu sıra ABD güçlerinin oraya dönmesi gerektiğine inanmış görünüyor. Anlaşılan, Aidid'in oğlu yeni bir işgali haklı çıkarmak için yeterince malzeme verdi. Clayton, The Sunday Times'daki yazısında, gerçek savaşın belki de taşeron Etiyopya'nın kurbanlık askerleri tarafından yürütüleceği tahmininde bulunuyordu. ABD ve İngiltere savaş gemileri şimdiden Somali Körfezi'ne ulaştı. SAS, keşif uçuşları yapıyor. CIA bölgedeki varlığını güçlendirdi. ECHELON uyduları tam faaliyet halinde. Bush yönetimi işlerini sanki Birleşmiş Milletler artık yokmuş gibi yürütüyor. Arafat'ı ‘geçersiz’ ilan eden Şaron gibi, Bush ve ortaklarının da BM'ye karşı benzer duygular beslediğine dair işaretler var. Birleşmiş Milletler'in Genel Sekreteri ve eşinin, Hollanda'nın veliaht prensinin peri masalını andıran düğününe katılmak için Amsterdam'a uçmasında şaşılacak bir şey yok ama eğer Genel Sekreter hâlâ işini ciddiye alıyorsa, jetine atlayıp ABD'nin savaş esirlerine davranışını denetlemek için Guantanamo'ya gitmelidir. Kofi Annan belki de, görevi devam ettiği sürece aynı zamanda onun hoş | |
[pagina 209]
| |
taraflarının tadını çıkarabileceğini düşünüyor. Senato'daki 2002 yılı konuşmasında Bush, dünyanın polisi sıfatıyla, Somali ve diǧer onbir ülkedeki El Kaide terör kamplarına dikkat çekerek, onları temizlemeyi planlamakta olduğunu söyledi. Amerika Birleşik Devletleri'nin Başkanı, evrensel davranış yasası olarak ortak kabul gören, Truman tarafından da imzalanmış Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'ni belki de hiç okumadı. Texas'tan yeni gelen bu adam, sanki bütün dış dünyaya, orada kimin ‘Şer Ekseni’ne dahil olduğuna karar vermekte kendini özgür hissettiği, bu arada kendisinin doğal olarak ‘İyilik Ekseni’ni temsil ettiği, Amerika'nın arka bahçesiymiş gibi bakıyor. Bush karabasanlar görüyor. Hasta bir ruh hali var; bu durumda onun kafasındaki saçmalıklar, akıl yürüterek veya gerçeklerin yalın biçimde ortaya konulmasıyla düzeltilemez. Onun Senato karşısındaki 2002 yılı konuşması, ‘Amerika özgürlüğü ve adaleti savunmada önderlik edecek çünkü onlar her yerde, bütün insanlar için doğru, gerçek ve değişmezdir’ gibi aptalca cümlelerle karışık olarak, çok sayıda yanlışlık ve saçmalıklarla doluydu. Böyle bir önerme yalnızca yanlış değil, aynı zamanda, kendisini, insanlığı tüm sorunlarından kurtaracak kahraman gibi gören saf Amerikalılardan başka hiçkimsenin yutmayacağı cahil, dar görüşlü, muhafazakâr ABD Cumhuriyetçiliğinin ürünü olan bir düşüncedir. Bush gibi, dünyanın, onun çocukça mutluluk anlayışlarının düzeyine inmeye hazır olduğunu zanneden birisi, ruh doktoruna görünmelidir. Onun Cumhuriyetçi bir önceli olan Richard Nixon bunu yapacak kadar anlayışlıydı. New York'da muayenehanesi olan Psikiyatrist Dr. Arnold Hutschnecker, Nixon'un kafasındaki kaosu bir düzene sokmak için yiğitçe bir çaba gösterdi. Sonradan Hutschnecker The New York Times'ın okur mektupları sayfalarında ısrarla, bırakalım Beyaz Saray'ı, bütün kamu görevlerine talip olan adayların, o işe uygun olup olmadığını sınamak üzere zihinsel, fiziksel ve mesleki olarak kontrol- | |
[pagina 210]
| |
den geçirilmesi gerektiğini savundu. Çokuluslu şirketlerin en üst düzey yöneticilerinin belirlenmesinde bu standart işlem uygulanıyor. 2002 yılında insanlık, hepimiz için savaşa ve barışa karar veren, kesinlikle Hutschnecker'den geçer not alamayacak olan bir Süper Küresel Polis'le karşı karşıya. Bush'un psikolojik iç dünyası, ‘Cinayet yöntemlerinin eğitimini almış onbinlerce tehlikeli katil, uyarıda bulunmaksızın patlamak üzere kurulmuş, tik tak ederek çalışan bombalar gibi dünyaya yayılıyor’ türünden cümleler üretiyor. Washington açıkça 11 Eylül felaketini sonuna kadar sömürüyor. Yurtsever birlik ve dayanışma adına, her şey mübah görülüyor. The Guardian'ın başyazısında belirtildiği gibi, ‘Kendini gerçeǧin evrensel askeri olarak adlandıran Bay Bush, er ya da geç, 11 Eylül trajedisi ona, Amerika'yı ve dünyayı onun aşırı basitleştirici ve kısıtlı görüşlerine uydurmak üzere yeniden şekillendirme hakkı veriyormuş gibi davranmaya son vermek zorunda kalacaktır.’ İngiliz gazetesi ekliyordu, ‘Çünkü bu, onun çalışmalarını etkileyen bir karabasandır. Ve bu karabasan çok tehlikelidir. (Karabasan: Siyasi Yaşamın İç Boyutları, James M. Glass, University of Chicago Press, 1985) William Pfaff'ın Los Angeles Times'da (31 Ocak 2002) izah ettiği gibi, 11 Eylül Amerikalı bilincini değiştirdi. Oysa, yakın zamanlarda İspanya, Kuzey İrlanda, Sri Lanka, Keşmir, Çeçenya, İsrail, Filistin, Kolombiya, Kongo, Sierra Leone vb. yerlerde olduğu üzere, dünya terörizm hakkında hep bilgi sahibi olmuştu. Pfaff aynı zamanda Bush hükümetinin Küba'daki El Kaide tutuklularına kötü davranışını ele alıyordu. Televizyonda açıklama yapan Başkan Yardımcısı Dick Cheney'den alıntı yapıyordu: ‘Bunlar son derece tehlikelidir. Bunlar kendilerini milyonlarca masum Amerikalıyı öldürmeye vakfetmiş kişilerdir.’ 1945'den beri uyguladığı canice politikalarının sonucunda ABD'nin yarım yüzyılda bütün dünyada kaç milyon insanın ölümüne neden olduğunu önemseme- | |
[pagina 211]
| |
me şeklindeki eşsiz anlayışa geri dönmüş bulunuyoruz. Buna karşılık 3 bin Amerikalının WTC'de öldüğünde ABD'nin gazabına uğrayacak dünya çok küçük bir hedef haline geldi. ABD, Eisenhower-J.F. Kennedy yıllarında ayrımcı yasalarını ayıklayabildi. Fakat, ‘yeryüzündeki tüm öteki cücelere göre çok daha üstün olan Amerikan süper-ırkı’ şeklindeki aptalca anlayış, 21. yüzyılda hâlâ güçlü bir şekilde yaşıyor. İsrail, benzer ırkçı tepkiler gösteriyor. İsrail kabilesinden bir ya da daha fazla kişi Filistinli özgürlük savaşçıları tarafından öldürülürse, ileri teknoloji kullanan devriyeler hemen sokağa çıkıp görebildikleri ne kadar savunmasız sivil Filistinli varsa üzerlerine bomba yağdırıyor ve onları evlerine canlı canlı gömüyorlar. Ölen Filistinlilerin sayısı daima İsrail tarafındaki kayıpların iki ya da üç katı olmalıdır. Çünkü düşmana insan olarak değil, aşağı bir ırkın aşağı bir klanının üyesi olarak bakıyorlar. Kumarhane kapitalizmine ve insanlık üzerinde süregelen ABD hakimiyetine karşı büyüyen küresel ayaklanmayı durdurma amaçlı Batı'nın ve İsrail'in acımasız haçlı seferinin en üst kademe yöneticilerinin zihnini faşist zorbalık teslim aldı. Pfaff'ın Los Angeles Times'da belirttiği gibi, Bush'un Beyaz Sarayı, düşmanı mutlak kötülük olarak, savaşı iyi ve kötü arasındaki metafizik çatışmanın dışavurumu olarak tanımlıyor ve ‘Terörizme Karşı Savaş’ı yok edilmesi gereken insanaltı varlıklara karşı bir mücadele şeklinde değerlendiriyor. ‘Naziler Yahudileri imha edilmesi gereken bir düşman olarak tanımladı’ diye not ediyordu Pfaff 31 Ocak 2002 gibi yakın bir tarihte. Hitler'in, askerlerine Polonyalıların ve Rusların köleler gibi davranılması gereken alt insanlar olduğunu öğrettiğini ekliyordu. Bush ve Şaron kendi halklarına El Kaide ve Filistinliler hakkında aynı şeyi söylüyor. 1930'lu yıllarda Alman kitleler, ülkelerinin çılgın canilerin eline düşmüş olduğu gerçeğinden habersizdi. Hitler'in terörizmi 1930'lar ve 40'larda Batı Avrupa'da ve SSCB'de hedef tahtasına kondu. Şimdilerde oğul | |
[pagina 212]
| |
George Bush'un komutası altındaki ABD terörizmi, dünyanın en uzak köşelerine kadar uzanan küresel bir Nazi tipi haçlı seferidir. Hitler Amerika Birleşik Devletleri'nin yardımıyla durduruldu. Amerikalılar ve İsrailliler ancak kendi içlerinden durdurulabilir; bu yapılamazsa her şey kaybedilecek. |
|