| |
| |
| |
Christiaan Snouck Hurgronje
Yeni Türkiye
Istanbul hatiralari, 25 temmuz - 23 eylül 1908
Yirmi dört yıl önce, Mekke'den bütün islam dünyasına yayılan dini akımlar hakkında net bir izlenim edinmek için oldukça olumlu şartlar altında bu kentte kalma şansına sahip olduğumdan beri, günümüz islamın siyasi başkenti olan İstanbul'u kendi tecrübemle öğrenmeyi sürekli arzulamışımdır.
Hindistan'daki Panislamistlerin Uzak Doğu'daki din kardeşlerini aralarına katma girişimlerinden zaman zaman gözlemlediklerim bu arzumu daha da kamçılamıştır. Hatta bir keresinde burada birkaç dini parti veya takım arasında yaşanan müminlerin hakanı Sultan II. Abdülhamit'i azami surette etkileme mücadelesiyle ilgili önemli teferruatları tesadüfi tanıdıklar sayesinde uzaktan tanıma fırsatı da buldum. [...]
Özellikle uzak diyarlarda yaşayan büyük müslüman kalabalıklar İstanbul'u hâlâ bütün müminlerin sultanının mekânı olarak görmektedir. Her ne kadar bu sultanın hükümdarlığı geçici olarak engellenmekte ise de o, dünyadaki sultanların sultanıdır ve sultanların sultanı kalacaktır. İşte bu nedenden dolayı İstanbul, günümüz müslümanların yaşam ve düşüncelerini kendisine araştırma konusu olarak seçmiş bir kişi için, her ne kadar Mekke kadar olmasa da, önemli bir gözlem noktasıdır.
Yüzeysel olarak bakıldığında, Türkiye'nin başkentinde, bu gözlemin, islam dininden olmayanlara özenli bir şekilde kapalı tutulan peygamberin doğum yerinden daha kolay olacağı söylenebilir. Esasında bu nispet tam tersi gibi görünmektedir. Mekke'ye hac kıyafetiyle girmeyi ve yabancı bir gözlemci olarak içinde bulunduğunu unutmayı başardıktan sonra, gözlemleyeceğiniz nesneyi aramaya ihtiyacınız yoktur, o zaman her an yakından incelemeye değer olgular tarafından çevrelenmiş, hatta kuşatılmış durumdasınız demektedir. Her ne kadar uzun bir zamandır her ülkeden ve dinden gezginlere İstanbul'un kapısı açık olsa da yalnız doğa ve sanat eserlerini görmeye değil, insanların yaşam ve düşüncelerini öğrenmeye gelenler, hep engellerle karşılaşmışlardır. Son çeyrek yüzyılda burada yabancılarla olan yakın temastaki şüpheli yaklaşım eskiye nazaran daha da artmıştır.
Kamusal yaşamı giderek artan bir derecede padişahın kendisine karşı düzenlenecek suikast korkusu meşgul ediyordu. İstanbul'daki yöneticilerin, yakın gelecekte, sözlü ve yazılı düşünce alısverişinin ve bireylerin hareket alanlarının daraldığı bir durumu ideal bir durum olarak gördükleri düşünülebilirdi. Gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını bildikleri ancak ulaşılması gereken bir hedef olarak gördüklari bir ideal.
Bu düşünce mantığı, dozu sürekli artan bir saçma ve canice tedbirler dizisine yol açmıştı. Fazla aşırıya kaçan bu gülünç sansür, yazar, editör veya yayımcıları çalışma isteklerini kaçırmıştı. Yalnız küçük çocuk okumaları ve ‘halifenin mukaddes şahşının’ övülmesi sansüre uğramadan çıkabiliyordu. Yabancı ülkelerde basılan eserlerin çoğu birer kaçak mal olarak ülkeye sokulmaktaydı. Sıkı bir pasaport kontrolü Türklerin hem yurtiçi hem de yurtdısı seyahatlarını çok sınırlı tutuyordu. Posta trafiği gizli polisin kontrolü altında gerçekle- | |
| |
şiyordu ve arada bir yabancı postaneleri ziyaret edenler bir casuslar ordusu tarafından gözetlenen siyasi sanıklar listesine alınıyordu.
Belli sakıncalı şahıslar tutuklama veya sürgün yoluyla etkisiz hale getiriliyordu, ve onlarla ilişkilerinden dolayı zehirlenmiş kabul edilenler de, ki bunun için bazen onların portrelerine sahip olmak bile yeterli sebep sayılıyordu, birçok kez aynı akıbete uğruyordu. Gizli denetim Türkler arasındaki münasebetleri o kadar boğucu bir hale getirmişti ki birçok kişi kendi huzurları için hoş ilişkilere son vermişlerdi.
Gizli polise yapılan hizmetlerin getirdiği büyük avantajlar birçok kötü ve zayıf karakterleri terör yönetiminin birer aracı haline getirmişti ve ev arkadaşları veya akrabalar artık birbirlerine güvenip güvenmeyeceklerinden emin değildiler.
Gezime başlamadan önce Avrupalı İstanbullulardan aldığım bilgilerin neden genel olarak pek cesaret verici olmadıkları anlaşılmıştır. Bir Türk kenti olan İstanbul'da yaşama planım neredeyse suya düşüyordu, birkaç medeni Türkle tanışma arzumun gerçekleşmesinden şüphe ediliyordu. Ne büyük bir talihtir ki eskiden aynı amaçla İstanbul'u ziyaret eden birkaç yabancı âlim, belli bir zaman Avrupa komforundan feragat edenlerin Türk diliyle kendini kurtarabildiğinde ve bu toplumun adetleriyle bir miktar aşina olabildiğinde kent merkezinde gözlem için elverişli bir evi her zaman bulabileceklerini taahhüt ettiler. Ayrıca yola çıkmadan önce şahsi durumları diğerlerinden daha serbest davranmalarına müsait birkaç çok medeni Türkle yazılı irtibata girmemi sağladılar. Ama yine de gözlemlerimi sınırlı çevrelerde çok temkinlice gerçekleştirmem gerektiğine kendimi hazırlamıştım.
Fakat başıma gelecek ne mutlu bir tesadüftür ki, 24 Temmuz'da, Doğu Ekspresi'yle İstanbul'a varmadan bir gun önce, hem tüm Avrupalı yabancı misyon mensupları hem de Türk meselelerine gerçekten hakim kişileri şaşırtarak padişah, otuz yıldır çığnediği ve en ateşli savunucularını ölümle veya sürgünle mükafatlandırdığı Meşrutiyet'i yeniden ilân etmişti. Burada da üstelik itaatkâr bir topluma uygulanan zalimce baskı, hürriyete olan arzuyu kuvvetlendirmeden başka bir şeye yaramamaıştı. Şüpheye dayalı olan baskı birkaç sahtekârı hükümdârın hayatını koruma konusunda neredeyse vazgeçilmez bir bir makama getirmişti. Bu kişilerin kendi çıkarları gereği bütün dürüst insanları padişahın yakınına yaklaştırmamaları ve bütün devlet meselelerinde gönüllü araçlara sahip olmalarını emniyet altına almaları gerekiyordu. Böylece sürekli kötülük kötülüğü doğurmuştu ve bir zamanlar Türk yönetimine leke düşüren yolsuzluğun her çeşidi ortalığı her zamankinden daha çok kasıp kavuruyordu.
Toplumun her katmanı bundan kurtulmak için can atıyordu.
Şehzadeler, padişahın kardeşleri veya kuzenleri uzun yıllardır herkesten uzak ve sıkı bir denetim altında kendi saraylarına hapsedilmişlerdi. Padişahın selefi Sultan Murat'ın adının kendi huzurunda zikredilmesi yasaktı. Niyet anlamına gelen murat kelimesi dahi, baskı amaçlı bir el yazması, bir metinde yer aldığı takdirde sansür tarafından çıkarılmaktaydı. Değerli bir subay, şimdiki padişahın muhtemel halefi prens Reşat'la adaş olma şanssızlığına sahipse hakettiği bir terfiyi yıllardır bekleyebiliyordu.
Gerçekten de yönetim organlarını felce uğratan ve saray çevrelerinin hükmettiği Mabeyn, öncelikle yüce bir isim olan Bab-ı Âli adıyla anılırdı. Burası bile kimi zaman boğucu bir havaya dönüşebiliyordu, çünkü gözde kişiler birbirlerini entrikalardan yoksun bırakmıyorlardı ve en gaddarları genelde başarıya ulaşmaktaydılar.
Devlet dairelerinde yüksek görevlerin çoğu tamamen yeteneksiz kişilerce yürütülüyordu ve yetenekli kişilerin kaderleri bu yeteneksiz kişilerin keyfine terkedilmişti. Bu yerlerede dürüstlük ve çalışkanlık tehlikeli özelliklerdi.
Büyük kalabalıklar, az maaş alan yeteneksiz memurlarca kısıtlanıyor, ayrıca normal mua- | |
| |
melelerin bütün gereklerini reddeden ve tahammül edilmez kurallara her istisna için büyük rüşvetler alan subayların ve gizli polislerin saçma tedbirlerinden çok rahatsız oluyorlardı. Günbatımından birkaç saat sonra sokakta gezinen bir kişi, suç işlemiş oluyordu; yalnız bazı acil durumlar için en yakın karakoldan yolda karşılaşılacak zabıtalara gösterilmesi gereken bir dolaşım izni alınabiliyordu.
Padişahın vasat, kahraman ve genelde itaatkâr askerlerinin birkaç aylık maaşlarının ödenmesi için her yıl yeni bir isyan düzenlemeleri sıradan hale gelmişti. Ancak askerler genelde uzun bir hizmetten sonra teskerelerini aldıktan sonra köylü gençler devlet tarafından konulan toprak vergileriyle denkleştirilen devletten yüklü bir borç senedi almaktaydılar. Son yıllarda vergi tahsildarlarının bu tür cömertlikleri göstermeleri yasaklanmıştı ve Anadolu çiftçisi, devlet hazinesinden alacağı olsa da tahsildarı peşin parayla memnun etmediğinden dolayı eşya ve hayvanlarına el konulmasını engelleyemiyordu.
Bir veya birkaç yıl naçizane maaşlarını alamayan subaylar da askerlerle aynı kaderi paylaşıyorlardı; yalnız en yüksek rütbeliler devletten alacakları paraları alabiliyorlardı.
Hoşnutsuzlar sayısı hızla artmasına rağmen zorba yönetim her hoşnutsuzluk ifadesini o derece tehlikeli bir girişim haline getirmiştir ki Türk topraklarında düzenlenecek bir direnç imkânsız bir hâl almıştı. Yurtdışına kaçmayı başaran bir avuç kişi her ne kadar Paris, Cenevre ve Mısır'da reform planları tasarlasalar da ülkelerine dönmeleri imkânsızdı ve bu isyancılarla kurulacak irtibat ülkedeki vatandaşların hayatlarını tehlikeye sokabiliyordu.
Yine de birbirlerine anlamlı bakışlarla bakan ve fısıldayarak ‘kurtuluş’ kelimesini ifade edip omuz silkerek ‘ne zamanı’ diye cevap veren hürriyet dostları da vardı. Ve bu soruya neredeyse konuşmadan verilen cevap, o zamanlar padişahın ilerlemiş yaşından olayı pek uzak bir gelecekte olmayacak bir sonraki taht değişimine işaret etmekteydi. Bu sürecin kanlı bir yöntemle hızlandırılması Türklerin karakterlerinde yoktu; hatırlanacağı üzere padişahın hayatına yapılan suikast girişimleri hep diğer cepheden gelirdi.
Reşat Efendi veya tahtı devralan her kişinin ilk başlarda kurtuluş yanlısı olduğundan emin olunmaktaydı; istibdatın kendisi buna sebep olmuştu. Bu yüzden yapılacak tek şey yeni hükümdarı halkına karşı bağlayacak tedbirleri bir an evvel tamamlamak gerekiyordu; arka plana itilen ancak tamamen gömülmüş olmayan Anayasa'nın iadesi talep edilebilirdi.
Kesinlikle böyle bir şeyi kasdetmeden Avrupa'nın büyük devletleri, Makedonya'da düzenli bir yönetimin getirilmesi için her zaman olduğu gibi hiçbir çıkar gütmeden, padişaha yardımlarını ve denetim haklarını zorla kabul ettirerek devrimin hızlandırılması ortamını yaratmışlardır. Burada büyük bir Türk topluluğu bir anda diğer bölgelerde mahrum kalınan düşünce özgürlüğüne kavuşmuştur ve bu durum, merkeze bu kadar yakın bir yerde, gizli bir cemiyetin kurulmasına olanak sağlamış oldu. Paris ve Cenevre'de onlarca hürriyet yanlıları için imkânsız gibi görünen şey, Selanik'le İstanbul ve belirli il merkezleri arasında iletişim içinde olabilen birçok memur ve subay için mümkün olabiliyordu. Emirleri altındaki orduları ayaklanmaya ikna etmek çok zor değildi. Hoşnutsuzluk, öncelikle orduda olduğu kadar hiçbir çevrede yaygın ve ileri derecede değildi. Bu askerler hükümdarları tarafından yabancıların yönetimine terkedilmişlerdi; bu, Türk despotun yabancı güçlere karşı verdiği birçok tavizden biriydi ve bu tavizler sürekli kötü muamele gören kullarını kızdırmıştı.
Birkaç subayla birlikte, zamanın geldiğine karar verdikten sonra zorbalığın bayağını indirip hürriyet bayragını yükselttiler. Hileyle veya zorla düzeni yeniden sağlamak üzere gönderilen eski yönetime sadık olarak bilinen birkaç rütbeli subay bu teşebbüslerini hayatlarıyla ödediler. O zaman bütün bölgenin zehirlenmiş olduğu ve yalnız başka bir bölgeden getirilen bir ordunun isyanı bastırabileceği İstanbul'dakiler tarafından anlaşılmıştı.
| |
| |
Ancak bu arada değişik tümenlerin ileri gelen subayları arasında gereken anlaşma sağlanmış ve peşpeşe bütün kıtalar hürriyet bayrağını aşağı indirmeyi reddetmişti; aynı anda hareketin liderleri korkudan ölen saray sakinlerine şayet kısa zamanda yüksek makamlarca özgürlükçü bir yönetim güvencesi verilmediği takdirde pek yakında daha feci şeylerin olacağına dair uyarıda bulunmuştu.
Türkiye'de büyük düzensizlikler birden bir çözüm gerektiren bir krize yol açtıgında genel olarak Vezir-i Azam ilk kurban olurdu; işte bu yüzden, yetenek ve karakter açısından kesinlikle küçümsenemeyecek olan Türk devlet adamı Ferit Paşa geri çekilmek zorunda bırakılmış ve bu görevin eski sahiplerinden Sait Paşa yönetimi tekrar devralmıştı. Yeni vezirin mevcut vaziyetin kelimelere dökülmüş bir versiyonundan başka bir şey olmayan tavsiyesi üzerine Sultan II. Abdülhamit, 24 Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyeti yeniden ilân etmiş ve gösterişli bir şekilde seçimlerin düzenlenmesini teşvik etmeye ve parlamentonun toplanmasına söz vermiştir.
Bu olayın tesiri, makalenin yazarına olduğu gibi 25 Temmuz'da İstanbul'a gelen ve zulmün mide bulandırıcı aşırılıklarına kendini hazırlamış ve birden yaklaşık üç ay kadar sürecek olan bir özgürlükler senligiyle karşılaşan herkesi şaşkına çevirmiştir. Gösteriler zinciri sanki bitmek bilmiyordu.
Kentlerinin kalablık kargaşasında trafikle ilgili polis yönetmeliklerindeki boşlukları bağırarak doldurmaya çalışan İstanbullular, her yerde bezdirici bir yüksek sesle Hürriyet! Adalet! Musavat! Uhuvvet slogaları atıyorlardı. Aynı kelimeler, her yerde yürüyüş yapan halk kitlelerinin önünde taşınan beyaz yarımaylı al bayraklarda da gururla teşhir edilmekteydi. Hatta, birkaç gün geçmeden kitapçıların camekanlarında ve gazete satıcılarının elinde yeni fotoğrafları bulunmayan padişahın, başının bir şeritle sarıldığı ve Fransız devriminin adaletle tamamlanan sloganlarını gösteren aleacele neredeyse fantastik resimler olan reprodüksiyonlardan oluşan çirkin fotoğrafları görünmeye başlanmıştı.
Bazı gösterici gruplar burada yaşayan toplulukları temsil etmekteydiler: Türkler, Ermeniler, Yunanlılar, Yahudiler ve Kürtler; bir başka grup ise belli okulların öğretmen ve öğrencilerinden veya bir meslek grubunun çıraklarından oluşmaktaydı. Yoğun halk kalabalıkları tarafından kuşatılmış bu gruplar sokaklarda ilerliyorlar, ya orada konuşlandırılmış koruma görevlilerini bağırışlarla selamlamak ya da, şayet belli düzeyde bir devlet yetkilisi içeride saklanıyorsa, onu dışarıya çekip karşılıklı ateşli konuşmalar yapmak amacıyla en önemli devlet binalarının önünde toplanıyorlardı. Yukarıda zikredilen sloganların dönemin nakaratını oluşturdukları düşünülürse bu konuşmaların içeriği tasavvur edilebilir. Bu vesile ile bir kaç gün öncesine kadar en yüksek yetkilere sahip olan ve aynı oranda bunların uzantıları olan polis görevlileri ve casuslara verip veriştiriliyordu: hırsızlar, hilekârlar ve katiller bu kişilerin en olağan ünvanlarıydı. Ama sonuna ‘darağacına’ kelimesini eklemeden tabi.
En belirgin dinlence noktaları, değişik vezirlerin şereflendirildikleri Bab-ı Âli'nin binalarından ve İstanbul'un oldukça dışında, karşı yakada bulunan ve birkaç gündür meşrutiyetçi hükümdarın sarayı olan Yıldız Köşkü'nden oluşmaktaydı. Padişah döktüğü ecel terlerinden sonra bu gösterilere eşlik eden bando takımlarının milli marş yerine gayretlice hükümdarı öven Hamidiye'yi çalmalarından ve, asıl önemlisi, herkes tarafından bilinen ‘Padişahım çok yaşa!’ sloganının, bir zorlama söz konusu olmamasına rağmen, diğer bütün sesleri bastırmasından dolayı gayet memnun kalmış olmalıdır. ‘Yaşasın hürriyet, adalet, musavat, uhuvvet!’ sloganının atılmasının önüne geçilemezdi bir kere ama bazılarının bu sloganlarda karar kılmalarını uzaktan fark etmeye gerek de yoktu tabi.
Tefekkür sahibi erkeklerin padişaha karşı hisleri katiyen düşmancaydı ama, her ne kadar sohbet ortamlarında bu görüşerini açıkça dile
| |
| |
getirseler de, bunu genel gösterilerde yapmamaya özen gösteriyorlardı, çünkü bunun içgüdüsel yaşayan kalabalıklara hükmetmelerini tehlikeye düşüreceğini biliyorlardı. Zira ayaktakımı, başından beri padişahın doğru yola girmek için hep doğru tavsiyeleri beklediği ve kötü memurların tek suçlu oldukları rivayetine inanmaktaydı.
Nümayişlerin hepsi bir sevinç ifadesi değil, özellikle ilk başlarda muteber tatbiki anlam arzediyordu.
Liderler haklı olarak Sait Paşa ve onun tavsiyesine göre atanan yeni vezirlerin hürriyet aşkına şüphe ile bakmaktaydılar. Vezir-i Azam'ın Anayasa'nın tesisini yalnız vakit kazanmak için teşvik ettiğini ve ilk fırsatta yapılan tavizi herhangi bir mazeret ile geri alacağını düşünmek hiç de saflık sayılmazdı. Dayandıkları zemini sağlamlaştırmak amacıyla sözde Sait Paşa'nın şerefine dev bir nümayiş tertip ettiler ve Vezir-i Azam'ı dışarıya çıkma zorunda bıraktılar. Hemen, az evvel ifade ettiği Anayasa'yı koruma iyi niyetini resmi, halk yığınları önünde kanının son damlasına kadar Anayasa'yı savunacağına dair bir yeminle pekiştirmesi gerektiğini dostça ancak kesin bir ısrarla dikkatine sunan göstericiler tarafından kuşatıldı.
Bunun üzerine diğer vezirler de tek tek doğaçlama toplanan halk temsilciler meclisi tarafından ziyaret edildiler ve hepsi bilgelik göstererek yemin ettiler. Gerici olarak bilinen eğitim bakanının dışarı çıkmasını sağlamakta biraz zorlanıldı ama kendi memurları ceketinin ucundan çekerek ona yolu gösterdiler.
Şimdi beklenmedik sürprizlere karşı emniyetteydiler ve bakanlığın arzu edilen reformu ivedi olmaktan çıktı. Zira başından beri, gayet tedbirli hareket edilmesinin gerektiğinin ve daha yeni göreve getirilen halk liderlerinin siyasi tecrübeden yoksun olduklarının bilincindeydiler. Bunun akabinde gerçekleştirilen tasfiyede de bu sürekli gözönünde bulundurulmuştur ve genç genç unsurlar perde arkasında geleceğe yönelik oldukça zorlayıcı tavsiyeler duyururken devlet yapısının reformuna soğuk bakmayan alışılmış erkeklerle yetinilmiştir.
Şeriatın yorumu konusunda en yüksek otoriteye sahip bir kişi olarak beklenmedik bir engel teşkil edebilecek Şeyhülislam da Anayasa üzerine halkın önünde yemin etmeye davet edilmiştir ve Şeyhülislam bu yeminine bir de padişahın da aynı yemini ettiğine dair resmi bir açıkma eklemiştir.
Nihayet subaylar arasındaki yeni öncüler, hükümdarın hayatını korumada diğer bütün yeminleri yok sayma yemini ettiklerinden dolayı padişahın özel muhafızları hariç bütün askerlerin yemin etmelerini sağlamışlardır.
İzzet Paşa ve eski yönetimin diğer önde gelenlerinin kendi söylediklerine ‘biriken’ birkaç milyonu yanlarına alarak yurtdışına kaçmayı başarmaları farklı bir nümayiş başlamıştır. Daha fazla devlet soyguncularının planlanan araştırmadan kaçmalarını engellemek için nümayiş yapan kalabalık bu görevlilerin evlerine yürüdüler, dışarı çıkmalarını sağladılar ve onları, bu hırsızları tutuklu bulundurmaları görevini almış Bâb-ı Âli'ye götürdüler ve Bâb-ı Âli bu görevi hemen yerine getirdi.
Bunu yerine getirirken demagoglar halkın kendisine hakim olmasını sağlamada biraz zorlandılar ama genelde bunda muvaffak oldular. Birinde sabahın erken saatinde bu sefer içinde entelektüel demagogların bulunmadığı bir kalabalığın bir kisiyi getirdiklerini gördüm. Bu nümayişin zavallı kurbanı bir çöp arabasına konulmuştu ve araba çekilirken etrafını çeviren kişilerce yumruklanmaktaydı; yüzü kanıyordu ve itirazını duyurmakta nafile gayret sarfediyordu. Meselenin en kötü kısmı ise Bâb-ı Âli'ye varıldığında yakalanan kişi konusunda bir yanlışlık yapılmış olmasıydı! Bu kişi, muhtemelen bir hürriyet fanatiği olmamıştır! Fakat eklemeliyim ki, her gün büyük çaplı nümayişlere katılmama ve düzenli bir şekilde tasvip edilmeyen olayları anıp buna uyarıcı notlar eklemekte kusur etmeyen Türk gazetelerini okumama rağmen, şahit olduğum tek vaka budur.
Genelde bütün bu hareket, bu heyecan için- | |
| |
de hakim olan düzen anlayışı takdire şayandı, hem de Kanun-i Esasi'nin çıkmasıyla birlikte eskiden sayısız polisin görev yaptığı İstanbul sokaklarından birden kaybolmaları düşünülecek olursa. Durum farklı olmuş olsaydı halkı aşırılıklardan alıkoymak kesinlikle daha zor olacaktı, çünkü bütün toplum katmanlarının nefreti ve teessüfü zorbalığı ve kendi bulduğu ek yöntemleri gerekli gören, zor ve şiddete başvuran polis üzerinde yoğunlaşmıştı. Teşkilâta ait çoğu memur istifasını almıştı, diğerleri ise şeflerinden karakollarından ayrılmama, hiçbir şeye karışmama ve halkı hiçbir şekilde tahrik etmeme emrini almışlardır.
İstanbul'da bulunduğun iki ay süresince, polis teşkilâtında yapılacak olan yeniden yapılanma yalnız gelecek zaman kipinde konuşulan birçok meseleden biriydi. Başında bir polis memuru ve bir subay bulunan küçük askeri devriyeler, polisin görevlerinin gerçek bir bölümünü yerine getirmekten çok halkı bir polis denetiminin bulunduğuna inandırma görevini üstleniyorlardı. Bazı semtlerde kent sakinleri kendi aralarında özel güvenlik önlemleri almışlardı. Ayrıca hürriyet hareketinde öne çıkan genç erkeklerden bazıları asayişin yeniden tesis edilmesine katkıda bulunmaya çalışıyordu; fakat deneyimsiz bu gençlerin iyi niyetlerinin, şayet halk sürekli yardımlarına koşmamış olsaydı, tamamen yetersiz olduğu anlaşılacaktı.
Kamu davası için çabalayan gençlerin en çok sevilenlerinden biri, bana özellikle tavsiye edilen ve şüphe uyandırmadan yabancılarla münasebete girebilecek, bir parça tuhaf kabul edilen filozof-hekim Dr. Rıza Tevfik'ti. Gümrükte özel bir denetimle görevlendirilmisti: ithal edilen ilaçlar arasında padişahın hayatını tehlikeye sokabilecek patlayıcı maddelerin bulunup bulunmadığından emin olacaktı. Kendisinin de gülünç bulduğu bu görev, felsefe ve tasavvuf alanındaki sathi merakıyla ilgilenmek için kendisine yeterli zaman tanıyordu. Ayrıca büyük bir gizlilik içinde gelecek kurtuluşun hazırlıklarını yapıyordu. 24 Temmuz tarihinden sonra olağanüstü demagog özellikleri gün ışığına çıktı. İlaç ithalini kendi kaderine terkedip kısa sürede üne kavuşacak atıyla İstanbul'da konuşulan bütün dillerde devrimin sloganlarını anlatan ve birlik çağrısı yapan konuşmalar yapmak için kenti bir ucundan bir ucuna gezmeye başladı. Herkesin peşinden koştuğu bu adamı şahsen rahatsız etmeme mütevaziliğim mani oldu, lâkin bu tamemen lüzumsuz bir düşünceydi. Tabiatları gereği sıcak olan Türklerle en hoş şekillerde tanışmak için hiçbir çaba harcamama gerek olmamıştı. Rıza Tevfik'in konuşmalarının birden kaybolan
polis gücünün geride bıraktığı boşluğu nasıl doldurduğuna her gün şahit oluyordum. Örneğin Meşrutiyet'in ilânından soraki üçüncü Cuma günü, Hükümdarın Yıldız Sarayı'ndan yakındaki camiye geçiş töreni olarak adlandırılan Selâmlık münasebetiyle önceki Cuma günlerinde kalabalık şekilde ve yanyana sıralanmış askerlerce engellenemeyen ve padişahın arabasına kadar yaklaşan kalabalığın itiş kakışına mevcudiyetiyle son veren kişi oydu.
Polis teşkilâtının kökten feshinin hem haydutlar hem de siyasi tutukluların bulunduğu cezaevlerinin kapılarının temkinsizce açılmasıyla elele gittiği bir milyondan fazla nüfusa sahip ve milliyetlerin renkli mozaiğini temsil eden bu kentte herseye rağmen asayişin büyük ölçüde hakim olması takdire şayandır. Aynı takdir, hem İstanbul hem de il merkezlerinde yıllarca baskı altında tutulan halkın birden özgürlüklerine kavuşmalarında baskıcılara karşı gösterdikleri itidal için de geçerlidir. Alman nüfuzu sayesinde gizli polis şefi görevinden alınan ancak padişahın lütfuyla rütbe ve şerefini koruyarak Bursa'da yasan Fehim Paşa canavarının kalabalıklarca linç edilmesi kimseyi şaşırtmadı ama bu büyük devrim genel olarak neredeyse kansız tamamlandı.
Gayet mütevazice ve bazen mütevazilik göstermeden ancak sevimli bir hoşlukla Türkler kendilerini hayranlıkla seyerettiler ve daha her şeye muktedir erkeklerin nerede saklandıklarının bilinmemesine rağmen şüpheli bir hafiflikle geleceğin hangi zorlulukları beraberinde getireceği itirazlarını kolayca unuttular. Şu an ihtiyaçları olan ve uzun yıllardır özlemini çek- | |
| |
tikleri tek şeye, hürriyete, sahiptiler ve devr-i istibdat geride kalmıştı. Modern Türk devletinin tesisi için gerekli şart oluşmuştu, bunun önündeki bütün engeller kalkmıştı.
Hepsi gönülden aynı kırmızı beyaz bayrağın altında birleşmişti ve aynı kırmızı beyaz giysilere, kravatlara, mendillere ve saire bürünmüş olsalar da herkes bu özgürlüğü kendince takdir etmekteydi.
Askerler tekmilen halen düzenlice verilen maaş ve aştan memnundular. Bundan sonra genelde sakıncalı davranışlarla elde edilen lütfun yerine yeteneğin terfiyi belirleyeceği garantisi birçok subayı memnun etmişti, ancak bazıları tarafından bu hürriyet o kadar da hoş karşılanmamıştı. Yakın gelecekte Hristiyan ve Yahudilerin de askere alınacakları ve subay rütbesine yükselebilecekleri beklentisi birçokları için beklenmedik bir neticeydi ama yine de birçok kez subayları bu kararı biraz cahil meslektaşlarına karşı savunduklarına şahit oldum. Bu savunmanın Osmanlı imparatorluğunun örneğin Arap ve Kürt illerinde pek de hoş karsılanmayacağından emin olunabilir.
Ulemalar - bazı Batı dillerinde doğru olmayan bir tabirle din adamları olarak adlandırılmaktadır - da Anayasa'nın kabulüyle ilgili toplantılar düzenlemişlerdir. İslam devlet hukununun anayasal olduğunu ve her türlü zulmün müslüman ülkelerinde gayri dini bir suistimal olarak görülmesi gerektiğini yüksek sesle açıklamışlardı. Eski yönetimin ileri gelenleri ne dini bir hayat sürdüklerinden ne de kendilerine önem verdiklerinden dolayı ulemalar da, hürriyet nümayişlerine katılmayı tercih ediyorlardı. Fakat Osmanlı İmparatorluğunun gayrimüslim vatandaşlarını da içine alan uhuvvet, ulemaların çoklarının gözünde inandırıcı değildi. Ve buna benzer diğer meseleler.
Sansürün kaldırılmasından beri giderek sayıları artan Türk gazetelerinde - İstanbul'a vardığımda dört gazete vardı, ayrıldığımda ise spor gazeteleri hariç en az yirmi beş gazete - en ilerici kişiler aciliyeti ve yerindeliği su götüren değişik meseleleri tartışıyorlardı. Örneğin karşı cinslerin Batı'da olduğu gibi birbirleriyle serbestçe görüşmelerinin arzu edilirliği konusu gibi. Bu halen İstanbul'da zaten uzun zamandır muhafazakâr ilahiyatçıların arzu ettiğinden fazla ileriye gitmişti. Kadınların çoğu yüzlerini transparan peçelerle örtmektedirler ve birçok vesileyle bunu kaldırmaktadırlar. Fakat Meşrutiyet ile aile hayatında aşırı değişiklikler arasında bir bağ kurmak bu davanın birçoğunun gözünden düşmesine neden olabilirdi.
Birkaç modern Türkün ailesiyle birlikte Avrupa ailelerini ziyaret etmeleri birçokları tarafından modern zamanın anormal bir aşırılığı olarak kabul edilmekteydi. Kâfir bir tarikat olarak kabul edilen Bektaşilerde olduğu gibi şeriata aykırı olarak tek eşle sınırlı kalmayı zorlayıcı bir kanun olarak getirmedikçe tek eşliliğin giderek kabul görmesine kimse karşı çıkmamaktaydı. Meşrutiyet'in gayrimülslim erkeklerin müslüman kadınlarla evlenmelerine olanak tanıması, bu teorinin nüfuz alanının dısında kalmasaydı, birçok kişinin reformalara yüz çevirmelerine neden olabilirdi. Bu, ulemaları ve peşinden gidenleri hürriyet davasına yabancılaştırmamak için şimdilik bilgece dokunulmayacak birçok konudan biriydi.
Devlet memurları hürrriyeti, öncelikle maaşlarının düzenlice ödeneceği garatisini aldıklarından ve özellikle bir baş belâsı olarak gördükleri casusluktan kurtulmalarından dolayı, sevinç çığlıklarıyla karşılamışlardı. Kısa bir zaman içinde yerlerine yenilerinin getirilmesine gerek duyulmayan birkaç bin yeteneksiz memurun istifaya zorlanması devlet memurları arasındaki yetenekli kişileri memnun etmişti.
Halkın geniş kitleleri, aşırı derecede nefret edilen polisin oratdan kalkmasıyla oluşan rahatlamanın keyfini yaşıyordu. Doğal olarak ilk sevinç gösterilerinde yer yer taşkınlıklar olmuştur. Önceleri ölü gibi sessiz sokaklarda sabahlara kadar laternaların iğrenç sesi yankılanıyordu. Ana caddelerin genişliğinin dörtte üçlük bir kısmı, kahvehanelerin sandalyeleri ve yemiş satıcılarının sepet ve tezgâları tarafından isgal edilmisti ve trafik bu yüzden oldukça zorlanmaktaydı. Birçokları hürriyetin polisi kalıcı
| |
| |
olarak feshettiğini sanmış olacaktı ki ilk haftalarda bu durum, katı bir tütün yasağının olduğu bir ülkede pazar yerlerinde ve restoran ve kahvehanelerde açıkça kaçak tütün satılmasına kadar gitmişti. Her şeyin sadece geçici olduğu, örneğin hürriyete dayalı bir yönetimin bedelinin pek o kadar az olmayacağı için hiç de az olmayacak bir vergi getirecek bir meclisin kurulacağı; İstanbulluların askeri görevlerini yetirme muafiyetlerinin adaletle bağdaşmadığını ve Arnavutlar ve Arapların İstanbullu hemşerileri gibi eşit bir şekilde bu ayrıcalıklarını da kaybedecekleri yavaş yavaş anlaşılmaya başlandığında birçok kişi Kanun-i Esasi'nin cennet vadetmediğini anlamaya başlamıştı.
Bütün bunlara rağmen görünüşte şimdilik her şey daha iyiye gidiyordu ve bazı çevrelerce bazı ülkelerde olduğu gibi işçilerin kendi çıkarları doğrultusunda bir ilerlemeyi grevle hızlandırılabileceği bilinmektedydi. Tütün üreticileri başı çekti ve çok geçmeden tramvay şirketi personeli, liman hamalları ve Şark Şimendifer Kumpanyası personelinin tamamı onlara eşlik ettiler. Yalnız bu son grev biraz uzun sürdü ve uluslararası çıkarlar yüzünden bazı karısıklıklara sebep oldu. Diğer grevler Dr. Rıza tevfik gibi yukarıda zikredilen erkeklerin araya girmesiyle isverenlerin verdikleri küçük tavizlerle sona erdi. Bu grevlerdeki dikkat çekici ayrıntı, greve giden işçi ve memurların çalıştıkları işyerlerinin işverenlerinin ve müdürlerinin Avrupalı olmalarıydı. Bu grevlerin ortaya çıkmasında, hem yabancı memurların çalıştığı devlet dairelerinde hem de yarı resmi bir özellige sahip daire ve şirketlerde, yerli çalışanlara göre Avrupalı işçi ve memurların maddi ayrıcalıklara sahip olmalarının hürriyeti benimsemiş herkese ıstırap çektirmesi büyük bir rol oynamıştır. Türk hükumeti bu tür durumlarda korktuğu yabancı devletlerin en makul olmayan taleplerini
sürekli yerine getirirken kendi evlatlarının çıkarlarını ihmal edebileceğini zannediyordu. Meclis ve yeni hükumetten şiddetle bu ısdırapların giderilmesi talep edilecekti.
İmparatorluğun bütün vatandaşları arasındaki uhuvvet (kardeşlik) yalnız ulemalar tarafından tepkiyle karşılanmamıştır; çok geçmeden Ermeniler ve Yunanlılar gazetelerinde gelecekte karşılaşacakları ve yakında mecliste anlatacakları konulara bir hazırlık olarak bazı konular hakkında ateşli bir mücadeleye girdiler. Devr-i cedid'in ilk günlerindeki Hristiyan ulusuna ait üyeler ve bu milletlerle Türkler arasında birbirlerine sarılarak kardeşlik tezahüratlarında bulunmuşlardır; uzun süre ortak bir hayati tehlike yaşadıktan sonra nihayet emniyetli bir karaya ulaşan bir büyük kazazedeler topluluğuydu bu. Fakat çok geçmeden zıt çıkarlar eskiden olduğu gibi kendisini gösterdi ve aynı şiddetle küfürler ve tehditler savurulmaya başlandı.
Türkiye'nin önde gelen gazeteleri insanlar arasındaki barışı muhafaza ve tamir etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bir keresinde perde arkasında ülkeyi yöneten Ittihat ve Terakki Cemiyeti gazeteye, bu nevi tehlikeli konuları öne sürmekte öncülük eden herkesin bir vatan haini kabul edileceğine dair bir ihtar koydu. Bir nevi bir hürriyet ahtarını hatırlatan bu kuvvetli ihtar, yalnız Osmanlı İmparatorluğununun milletlerini bölen meselelerin karıştırılmasına karşı değil aynı zamanda özellikle İngiltere ve Mısır münasebetleri gibi uluslararası siyasi meselelerin tartışılmasına karşı yöneltilen bir ihtardı. Daha yumuşak kelimelerle aynı cepheden toplumsal alandaki özellikle Türk halkının derin önyargılarını sıkışıklığa uğratan köklü reformlar hakkında yapılan vakitsiz tartışmalardan vazgeçilmesi tavsiyesinde de bulunuldu.
Haksız yere Avrupalı gazete muhabirlerleri, bu nevi beceriksizliklere, yanlışlıklara ve popüler yanlış anlamalara vurgu yapıp Türk devriminin ölü doğmuş bir çocuk olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Fakat, doğu meselelerinin takdirinde sürekli yapıldığı gibi, muhabirler unutuyorlar ki, bu nevi ihtilâller ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte bizde de aynı şekilde vuku bulmaktadır. Yoksa bizdeki bütün bir halkı peşinden sürükleyen büyük siyasi ve sosyal ihtilâllerin gerekçeleri ve sonuçları her toplum
| |
| |
katmanı tarafından aynı netlikle mi kavranmaktadır acabaı Bizim tarihimizdeki büyük dönüm noktalarında da yeni bir oluşum projesinde birleşmeden önce çıkarların, ihtiyaçların ve çok farklı tabiatlardaki hislerin bir hedefte birleşip eski bir devlet yapısının bir elden yıkıldığı vuku bulmamakta mıydıı Nihai itibarla, İstanbul halkının ifadelerine 1908 yılının Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında şahit olma firsatını yakalamış bir kişi olarak eski yapının etraflı bir müşahededen sonra ve bir daha kurulmamak üzere kalıcı bir şekilde yıkıldığından ve istibdat devrinin artık geri gelmiyeceğinden şüphe etmiyorum.
Daha yeni iktidarı elinden bırakan hainlerin kayda değer bir azınlığı ve bunların kayrıları böyle bir restorasyon girişiminde bulunmaları durumunda anlaşmazlıklar yeniden bir yana bırakılacaktır ve hürriyet aşıkları bu durumda orduya güvenebileceklerini bilmektedirler. Bunu, siyasi yeteneği onu tanıyan kişilerce inkar edilmeyen padişah da görmüştür. Her fırsatta meşrutiyete olan inancını ifade etmiş ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne karşı duyduğu takdiri dile girmiştir. Görevleri gereği sıkça saraya çıkan ama padişaha karşı duyguları sevecenlikten uzak olan bir subay, padişahın tahta çıkma yıldönümünde, eski müttefikleri genelde kaçmış, hapse atılmış veya görevinden alınmış olan ve birçoğunun eskiden saraya davet edilmesi pek muhtemel olmayan bu kadar çok yeni simanın arasında hislerini gizlemek için elinden geleni yapan yaşlı beyefendiye karsı, bütün olanlara rağmen, nasıl bir acıma duygusuna kapıldığını anlatmıştı.
Türk devlet yapısının kaderi üzerinde bir tahminde bulunabilmek için tabiatıyla ilk olarak bugünkü hareketin liderlerine, yani genelde Jön Türkler olarak bilinen entelektüellere ve Osmanlı İmparatorluğunun ideallerinin gerçekleştirilmesinde halkının niteliği bakımından karşılaşacakları dirence bakmak gerekmektedir.
Yukarıda da zikrettigim gibi değişik çevrelerdeki hisleri tahmin etmek pek de zor değildir. Özellikle bilimsel alanda sağlam temellere sahip bir bilim adamıyla nüfuzlu bir devlet memurundan oluşan referanslarım - Allah'tan ikisi de ihtilâl yanlısı - bana her çevreden Türklerle tanışmanın yolunu açmıştır. Bu bağlamda beni en çok şaşırtan şey değişik sınıfların birbirleriyle serbestçe münasebetleri olmuştur. Boğaz ve Haliç'teki kahvehaneler ve buharlı gemilerde, örneğin bir generalin, bir komutanın, bir teğmenin, birkaç üst ve ast düzey devlet memurunun, tüccarların, Yunanlılar ve Ermenilerin; parmaklıklara dayanmış sigarasını içen bir askerin olduğu kadar bu beyefendilerden birinin ayakkabılarını yalnız Istanbullu boyacıların sırrına vakıf oldukları şekilde parlatan boyacının da rahatça sohbete katıldığı tesadüfi topluluklar oluşuyordu. Zaman zaman Türklerin gizemlilikleri ve ve onların yabancılara karşı güvensizlikleri hakkında anlatılanlar yukarıdan gelen baskılardan kaynaklanıyordu. Bir Türk kendisi olabildigi takdirde çekimser olmanın tam tersi bir tutum sergilemektedir ve onun dilini anlayan ve her yerde göze çarpıp dikkat çekmemek için başına bir fes geçiren her insan, İstanbul'da önemli bulduğu bütün yerel meseleler hakkında net bir
fikre sahip olabilmektedir.
Bazen bu açık yürekilik bile bizim geleneklerimize göre fazla ileri gitmektedir. Bir memur, yakın arkadaşlarını dairesinde ağırlamayı tercih etmektedir; ve böyle bir ziyaret sırasında bizim geleneklerimize göre katiyen özel meselelere giren önemli meselerin görüşülmesine şahit olmak için hiç de yakın arkadaş çevresine dahil olmaya gerek yoktur. Meselâ zaman zaman ziyaret ettiğim ve personellerinin bazılarıyla yakın ilişkiler içinde olduğum dört daire müdürü vardı. Bunlardan hiçbiri önemli bir meseleyi görüşmeyi benim mevcudiyetimden dolayı ertelememiştir ve ihtiyati olarak onları yalnız bırakmak istediğimde ise ne demek istediğimi anlamamışlardır. Ayrıca bütün suallerim hiçbir tereddüt bırakmayacak şekilde açık yüreklilikle cevaplandırılmıştır.
Böyle hiçbir gaye gütmeden, çoğu kez, kendilerince kati surette küçümsenmeyecek yete- | |
| |
neklerini yeniden doğmuş bir Türkiye'nin hizmetine sunmak amacıyla iyi bir ücret karşılığında istenilen reformları hazırlamada yardımcı olma arzularını yetkilelere ileten nüfuzlu Avrupalıların birkaç ziyaretine şahit oldum. Başka bir Avrupalıların onları dinlediğinin farkında değillerdi!
Beni en çok şaşırtan ziyaretlerden biri, eğitim bakanı müsteşarını kendi ülkesinden bilimsel ve teknik personelin istihdamına ikna etme amacıyla bilinçli olarak Türkiye'ye gönderilen küçük bir Avrupa ülkesinin eğitim bakanlığına ait bir temsilcinin benim de şahit olduğum ziyareti olmuştur. Bu elçi, iyi bir avukat gibi inandırıcı bir şekilde, meşrutiyet rejimi altında yalnız kendi ülkesinden erkeklerin getirtilmesini, zira bu personelin Fransız, Alman ve İngiliz memur ve subaylarla aynı kaliteye sahip olduklarını ve ayrıca bütün devletlerarası entrikaların dışında kalma avantajının bulunduğunu kanıtlamıstır. Ayrıca dikkatimi çeken şey, şahit olduğum bütün bu ziyaretlerde Felemenk (Hollanda) adının hiç zikredilmemiş olmasıydı.
Halen muzaffer hareketin liderlerinin ne istediklerinin hiç de şüphe götürür bir yanı yoktur. Meşrutiyet temelinde bir Osmanlı İmparatorluğunu, hiç bir süpheye yer vermeyecek ve gizlisi saklısı olmadan, kelimenin tam anlamıyla modern bir devlet yapmak istiyorlardı. Bunun ne anlama geldiğini ve hangi neticeleri beraberinde getireceğini çok iyi biliyorlardı. Bütün onları bihaber bırakma teşebbüslerine rağmen modern Avrupa'dan bu konuda öğrenebilecekleri şeyleri elde etmeyi ve öğrendiklerini etrafındakilere aktarmayı başardılar.
Halk yığınlarının az gelişmişliği, imparatorluğun vatandaşlarını bölen ırkçı duygular, ve modern kültüre karşı islamın düşmanca tavrının, böylesi bir büyük planın gerçekleştirilmesinde karşılaşacakları büyük zorlukların bilincindeydiler. Fakat pratik tecrübeden yoksun olmaları ve bunun bir uzantısı olarak teorik doğruluğu sabit kalan planların gerçekleştirileceğine olan inanç, onları bu sakıncaları olduklarında daha hafife almalarına neden olmuştur. Çok ciddi bir şekilde, iyi niyetli demagogların propaganda gezileri, eğitim olanaklarının hızla yayılması ve gazetelerin etkin faaliyetleriyle; ırka, doğum yerine ve dine bağlı bütün ayrıcalıkları ortadan kaldıracak musavatın (eşitlik), birleşik vatandaşların şu veya bu yabancı devletin maşası olmadan ülkenin sorunlarını ele almasına olanak tanıyacak uhuvvetin (kardeşlik), ve toplumsal çıkarın talep ettiği fedakârlığına adanmış bir hürriyet aşkının gerekliliğine, insanları inandıracaklarına inanıyorlardı.
Bu tür düşünceleri örneğin Arap ve Kürtlere anlatmanın imkânsızlığına dikkatleri çekildiğinde bunu bu gün için kabul etmekte fakat bu ülkelerde de eksik olmayan yoldaşların yeni hürriyetin imkânları sayesinde çok geçmeden kendilerini başarıyla gerçeğe açacaklarına inandıklarını söylemekteydiler. Bu vilayetlerin bazılarının şimdilik Avrupa devletlerinin sömürgeleri ve kolonileri gibi yönetilip yönetilemeyecekleri kendilerine sorulduğunda ise bunu gereksiz ve liyakatsız olarak reddetmişlerdir. Her vatandaş derhal tam hürriyete sahip olmalıydı. Tasarımlanan devlet yönetimini kesinllikle reddeden vilayetler olduğunda, kimilerinin görüşüne göre, yerel kanunların hürriyet ilkesine ters düşen hiçbir kanun içermeyen çeşitli vilayet kanunlarından mürekkep bir federasyon tercih edilebilirdi.
Liderler, halen bütün devlet ve yayın dairelerinde yürütülen yaygın hummalı çalışmaların aslında Türklere yakışmadığını ve birçok kişinin yabancı güçlerin rahatsız etmedikleri, herşeyi sakin sakin yaptıkları veya... yapmadıkları zamanı özlediklerini tebessümle kabul etmekteydiler. Fakat o zamanların geçmişte kaldığı ve artık geri gelmeyeceği, zengin toprakları ve büyük nüfusunun uyuyan potansiyelin büyük imkânlar vaadettiği Türkiye'nin gelişmesini güvence altına almak için kendilerini modern hayatın akışına bırakmaları gerektiği düşüncesinin giderek yaygınlaştığını da eklemekten geri kalmıyorlardı. Bunu bilmeyen biri varsa pek yakında öğrenecekti.
| |
| |
Jön Türkleri, müslüman nüfusun cahil kısımlarından daha çok, daha gelişmiş fakat çalkantılı ve bencil, dar görüşlü Ermeniler ve Yunanlılar, düşündürüyordu; fakat yine de bunu, nihayetinde öz çıkarların aşırı taleplerinden bir parça taviz vermelerine yol açacağından emin, umutsuz bir vaka olarak görmüyorlardı. Bir gün, padişahın Hristiyan kullarına verdiği güvenden daha çok güven vermeyen yabancı devletlerin arasında ezilmektense, gençleşmiş ve kendini güçlendiren Türkiye'nin vatandaşı olmalarının kendileri için ne kadar avantajlı olacağını kesinlikle göreceklerdi. Dışarıya karşı ortaya çıkan gücün ehemmiyeti Türkiye'deki değişik görüşleri, ülkedeki istibdata karşı yürütülen mücadelede de olduğu gibi kuvvetlice birbirine yaklaştıracaktır.
Şimdiden beliren bütün zorlukları muşrutiyetçiler gibi aynı derecede hafife almak için süphesiz çok iyimser olmak gerekir. Bu heyacanı gençlik kaygısızlığı olarak nitelemek doğru olmaz, çünkü bütün hayatları boyunca bu özgürlük güneşinin doğmasını bekleyen sayısız ak sakallılar, kendilerinden sonraki iki kuşak kadar beklenti içindeydiler. Gelecek zaman kipindeki bütün fiilleri çekerek, ‘olur bir gün’, diyorlardı, ve iki ay içinde kalıcı hiçbir şeyin gerçekleştirilemediğine işaret ettiğimizde ise sürekli, yüzlerce kere şahit olduğum tuhaf bir el kol hareketiyle cevap veriyorlardı; avuç içlerini masaya yayıyorlar ve şöyle söylüyorlardı: 23 Temmuz'da durum böyleydi; sonra ellerini avuç içleri yukarı dönük şekilde ters çevirip şöyle ekliyorlardı: 24 Temmuz'da durum böyle oldu! Böyle inanılmaz bir inkilâp (devrim) uzun bir yeniden insa ve yeni yaşam şartlarına ayak uydurma süreci gerektirmektedir. Paul Kruger'in dediği gibi Alles zal reg kommen (her şey yoluna girecek) diyorlardı.
Bu kişilerin ümitleri de Güney Afrikalı'nın ümitleri gibi suya mı düşecekı Bunu belli bir kesinlikle tahmin eden siyasi meselelerde alleme kesilenler eksik değildi. Bilge biri olarak geçinmek isteyenler için karamsar tahminlerde bulunmak en ucuz ve en güvenli yöntemdir, çünkü dünyada başarısızlıkla sonuçlanan teşebbüsler bir kere başarıyla sonuçlanan teşebbüslerden daha çoktur. Başarının zamana ihhtiyacı varken, zorluklar her an karşınıza çıkabilir. Bir başarıya ulaşıldığında bile her zaman bu başarının devamı konusunda süpheye yer vardır. Fakat, her ne kadar bu felaket peygamberleri iyi bir şansa sahip olsalar da, Jön Türklerin olumlu beklentilerinden daha büyük bir kıymet arzetmemektedirler. Ayrıca iyimserlik olmadan hiçbir büyük şey gerçekleştirilemez.
Hem Avrupa diplomasisi hem de gazeteciler, Türkiye'nin yakın geleceğine dair şimdiye kadar her ne kadar kibar bir kendinden eminlikle bir görüş dile getirseler bile, boş bir sohbetten daha değerli olan Türklerin özel hayatlarına girebilmiş değiller. Uluslararası denetimin Makedonya'da feci neticelere yol açacağını tahmin eden gazeteci neredeı Bunların bilgeliği hep bir kaç Yunan ve Ermeni müttefiklerinin bilgilerine dayanıyordu ve bu yüzden mühim vakalar onları hep apansız yakalamıştır. En azından artık bunun değişmesi lâzım, çünkü Türklerin yaşantılarına atfettikleri abartılı gizeme dayalı mazeretleri oratadan kalkmıştır; kafi derecede hazırlıklı olarak içine girmek isteyenler için bu hayat artık gizemini yitirmiştir.
Menfi veya müspet kehânetlerde bulunmak için daha birçok bilgiye ihtiyacımız vardır, tabi herkes Doğu toplumlarını kitaptan ve gözlemden tanıyan üstün yetenekli bir Alman arkadaşım gibi düşünmüyorsa. Bir yazısında kanaatimce küstahça bir kesinlikle Doğu ülkelerinin geleceğiyle ilgili yorumlar yapmıştı. Cesurca ve gerekçelere dayanmayan tahminleri işaret ettiğimde son on yılda Japonya'nın kimse tarafından tahmin edilemeyen gelişmesini hatırlattı. Biri bunu yirmi yıl önce tahmin etmiş olsaydı kimse ona inanmazdı; ona göre bu durumda şimdi pek muhtemel görünmeyen cömertçe bir tahminde bulunulabilirdi. Bana göre, birçok beklenmedik olayların sonucu belirlediği sürece, iddialarından, bütün bu kehanet cesurluluğunun vaktini boşa harcamak olduğu sonucunu çıkarmak gerekmektedir.
| |
| |
24 Temmuz'dan sonra bir şeyi çok iyi anladım ki Osmanlı İmparatorluğu bundan sonra şu veya bu şekilde meşrutiyeti sahiplenecektir fakat birkaç parçaya bölünmeden de kendisini kurtaramayacaktır.
Bu bölünmenin gerçekleşmesiyle ayrılan parçalar için Avrupa'da bir savaşın çıkması kaçınılmaz olacaktır. Yok, Jön Türklerin beklentileri bir şekilde gerçekleşecek olursa, meşrutiyet dönemi padişahının müslümanlara ve özellikle Türk vatandaşı olmayan din gruplarına karşı nasıl bir tutum sergileyeceği sorusu karşımıza çıkacaktır. Türk padişahının dört asırlık hilafet iddiasından geriye ne kalacktırı 24 Temmuz inkilâbı panislamizm denilen ideolojiyi nasıl etkileyecektirı
İslam inancına göre halifenin, tüm cemaatinin yöneticisi vasfıyla, peygamberin halefi olduğunu hatırlatmak katiyen gereksiz olmayacktır. Yönetici derken, her ne kadar bunlar bir yere kadar onun yetki alanına girse de, yalnız cemaatinin manevi çıkarlarıyla görevli bir kimse değil, kelimenin tam anlamıyla yönetici yetkilerine sahip bir şahıs. Nüfuz alanının daimi olarak genişlemesi, olursa kâfirleri dinlerinden döndürmek fakat en azından onların en yüksek müslüman otoriteye teslimiyeti, halifenin görevleri arsındadır. Son asırlardaki siyasi tarihlerde bu iddiayla ne kadar alay edilmiş olsa da, din otoritesini kaybetmemiştir; bütün islam ülkelerinin medreselerinde nesilden nesile aktarılmaktadır ve mümin halkın çoğunluğu tarafından yaşatılmaktadır.
Burada, hizbi İranlılar veya Osmanlı döneminde dahi Türk kılıcının menzilinin dışında kalan ve halife sıfatına sahip olduklarını iddia eden, kendi hükümdarlarına sahip olan ve hizbi olmayan Faslılar gibi Türk padişahından başka bir halifeye itibar gösteren müslümanları saymıyoruz. Diğer müslümanlar, her ne kadar uzun mesafe, gayrimüslim imparatorlukların üstünlüğü vs. gibi özel sebeplerden dolayı şimdilik ülkenin bazı noktalarında otoritesini fiili olarak tatbik etmekten feragat etmek zorunda kalsa da, katiyen eskimiş fakat iptal edilmemiş inanca göre halifeyi kendi hükümdarları kabul etmek zorundadırlar. Böylece birbirinden görünürde bağımsız islami otorite geçici, gayri islami otorite ise gayri meşru bir nitelik kazanacaktır. Doğrusu bu son görüş, müslümanların yaşadığı ve siyasi hayatın uykuya dalmadığı bütün Avrupa ülkelerinde hüküm sürmektedir.
Aslında Türk hükümdarlarının hilafet teorilerinde eksik bir husus mevcuttur, çünkü akideler bu görevin asil Kureyş soyundan bir Arap vatandaşı tarafından yerine getirilmesini emreder ve başka soydan birini yalnız başka bir olanağın kalmadığı durumda ve bu kişinin otoritesini kılıçla kabul ettirdiği sürece ve derecede kabul eder. Türk kılıcının zaman içerisinde körleşmiş olduğu düşüncesi birkaç müslümanın halifeye karşı kayıtsız kalmalarına yol açmışsa da büyük kalabalıklar bu kadar ileriye gitmemektedirler ve ulemaların büyük bir çoğunluğu da bu kanaate varmış değiller. Büyük kalabalıklar asırlardır süren düşünceyle yaşamaya devam edecektir ve tefekkür sahibi insanlar, islam dini ve inananları için idealleriyle beraber en güçlü müslüman hükümdarın bayrağı altında birleşmelerinin bu makamı tamamen kaldırmaktan daha doğru olacagının bilincindeler.
Bu dinin, Avrupa otoritesi altında yaşayan müslümanlar tarafından onları yönetenlerine karşı Türk liderliği altında düzenlenecek bir direnişten korkacak zamanlar artık çok geride kalmıştır. Hiçbir Türk devlet adamı on dokuzuncu asırda böyle bir şeyin ihtimalini düşünmemiştir. Halifenin gayrimüslim imparatorluklara karşı bu teorik görevi, yerine getirilmesi gün geçtikçe zorlaştığı için, bilge Türklerin başka bir dine mensup insanlarla pek konuşmak istemedikleri ve söz konusu olduğunda ise belli bir beceriyle geçiştirdikleri bir konuydu. Tam burada, hilafeti, dini konularla sınırlı kaldığını ve hem inanmayan hem de inanan hükümdarların otoritesinin kabul edilmesiyle gayet tabi bağdaşabileceğini düşünen bir çeşit hilafeti, müslümanların papalığı olarak gören birçok Avrupalının cahilliği imdatlarına koşuyordu. Bu yanlış anlama mevcut durumda müslümanlar için avantajlıydı. Unutulmamalı- | |
| |
dır ki bazı Avrupa güçlerinin yanlış anladıkları bir halifeyi tanımalarını, gerçek manada bir hilafetin reddedilmesine ve çekiştirilmesine yeğlemektedirler.
Batı imparatorluklarının kimi zaman bu hilafet makamıyla tehlikeli bir oyun oynamalarına yalnız cahillik sebep olmamıştır. Özellikle Ingiltere zaman zaman kendi müslüman kullarına karşı onların ‘papalarıyla’ olan dostluğuyla flört ediyor ve böylece bu kulları üzerindeki otoritesini kuvvetlendirdiğini düşünüyordu. Padişahın bu iddiasına yapılan her tavizin, kafirlerin ülkelerinde yaşayan müslümanların, kafirlerin hakimiyetine karşı uysallıklarını engelleyen hislerin ve hareketlerin teşviki anlamına geldiğini unutuyordu.
Gizli bir cemiyet gibi değil de daha çok yaygın ve ulaşım imkânlarının çoğalmasıyla kendini giderek çoğaltan bir fikir olduğundan, Panislamizm hareketinin ehemmiyet vermediği siyaset ise fevkalade körelmişti. Mümanların yaşadığı her yerde, bütün dünyayı kapsayan bir imparatorluğa ait olma ve bu imparatorluğun hükümdarı olan kişiye itibar etme düşüncesinin cazibesine kapılanlar da görülmekteydi; fırtınalı yapıya sahip kişilerde ise halifenin gücünün fiili tatbikinin önünde duran herşeyi ortadan kaldırma eğilimi hâkimdi. Bilinçsiz insan gruplarını harekete geçiren ideal ne kadar saçma olsa da, bu bir gerçektir ve müslümanları yönetmek durumunda olan Avrupa devletlerinin en büyük zorluklarından birini teşkil etmektedir.
İstanbul merkezli bir panislamist hareketle mücadele etmek, bütün müslüman ülkelerde az veya çok yaşayan ve karışıklıklan başka bir şeye yol açmayan ve İstanbul'un Yarım Hilâl'inde gerçekleşeceği düşünülen asırlaraca eski bir siyasi idealle mücadele etmekten çok daha kolaydır.
Akılsız diplomatların yanlış anlamaları ve hilafetin gerçek ve Avrupalı devletler için kabul edilemez teorisinin açığa çıkması korkusundan dolayı yoğun tartışmalardan kaçınılsa da İstanbul bu vaadini yerine getirmiştir. Bazı insanların çoğu kez asılsız olarak kendilerine atfedilen nüfuz veya kabiliyetten feragat etmeleri zor olmuştur. Buna benzer bir durum Türk hilafeti gibi bir kurum için de geçerlidir; bütün dünyaya yayılmış müminlerin hürmetle onun bayrağının altında toplanmayı arzu ettiklerine, hatta bu uzak yandaşların kendisine, bu bayrağın altında bazen nefes alamayan, kendi vatandaşlarından daha çok itibar göstermelerine sevinmemesi imkâsızdı.
Ne zaman Osmanlı İmparatorluğu dışında bulunan müslüman bölgelerin halifenin en yüksek otoriteye sahip olduklarından yola çıkan hükümdarları padişahın veya üst düzey memurların huzuruna çıksalar, bu ziyaretçileri hülyalarından uyarmayıp temkinlice isteklerinin gerçekleşmesinin şimdilik padişahın tamamen elinde olmayan şartlara bağlı olduğunu söylemişlerdir. Son onyıllarda Avrupa otoritesi altındaki müslüman ülkelere gönderilen Türk elçileri (müslüman çevrelerde gerçekte bir idari görevi belirten şehbender terimi kullanılmaktadır) de burada yaşayan genelde toplumun hoşnutsuz kesimlerine karşı aynı şekilde yaklaşmışlardır. Bu nevi münasebetlerin gelişirilmesi ve muhafaza edilmesinde, çeşitli yollardan saray çevrelerine nüfuz etmeyi başarmış, birbirleri arasındaki padişahın gözüne girme mücadelerini 1896'da yazdığım, ve bu yazının başında zikrettiğim Abul-Huda, Sayyid Asad, Sayyid Eadhl, Zafir gibi erkekler önemli katkıda bulunmuşlardır. Mesela Hollanda'nın sömürgesi Endonezya'da yaşayan Araplar, Malezyalılar ve Atyeliler'le ‘Müminlerin Efendisi’ arasındaki münasebetleri meydana getiren aracılar bu kişilerdi ve aynı kişiler sarayın himayesindeki gazetelerde kolonyal idaremizi karalamışlar ve onunla alay
etmişlerdir.
Muhakkak, bu iğnelemeler bu hoşnutsuzların etkince desteklenmelerine sebep olamazdı; dirence meyilli kişilerin sürekli tekrarladıkları padişahın yakında kolonyal idaremizi bazı tavırları değiştirmeye yönelik tedbirler almaya zorlayacağı vaadi, sıkça ilân edilen Osmanlı donanmasının Endonezya denizlerinde yapacağı boy gösterileri vaadi gibi boş çıkmıştır; yine de bu tür olayları hafife alan kişilerinn
| |
| |
alaycı tebessümleri Doğu meselelerinden ne kadar az anladıklarını ortaya sermektedir. Halk yığınları, insanlara ümit vermekten çok uzak özellikle bu tür beklentiler aracılığıyla galeyena ve getirilmekte ve harekete geçirilmektedir, ve bu tür hareketler, özellikle de etraflıca bilgi edinme ihmal edildiğinde idare için genelde en tehlikeli hareketlerdir. Burada fazla üzerinde durmayacağım bu ihmallerin bize çok zararı olmuştur.
Bütün bu söylediklerimden sonra günlük çıkan altyazılı karikatürlerin birinde Şeyh AbulHuda'nın, geçenlerde gümrük müfettişliğine getirilen oğluyla birlikte hapishane demirlerinin arkasındaki bir resimlerini görünce nasıl hoş bir şürprize uğradığım anlaşılacaktır; eski yönetimin meşrutiyet dönemi padişahı tarafından dünkü müstebitten ne kadar farklı takdir edildiğine dair memnun verici bir işaret. Eskiden yalnız gizli risâlelerde ifade edilen şeyleri şimdi her yerde duymak mümkündü; gençliğinde bir ayı oynatıcısı olup da sadece değersiz hokkabazlıklarla padişahın inancını suistimal edip onun dini danışmanları arasında onurlu bir yer elde etmeye muvaffak olan Abul-Huda gibi. Abul-Huda'nın eski hayatına dair bu hikâyelerin ne derece doğru olduğunu bilmiyorum fakat o ve onun gibi sarayda aynı nüfuza sahip meslektasları veya rakipleri, kendi lehlerinde ve onları övmekte kusur edenlerin aleyhinde suistimalde bulunmuşlardır. Abul-Huda'nın oğlunun yukarıda anılan son göreve getirilmesi bu suistimale küçük bir örnektir. Özellikle bu suistimal onları birçoklarının gözünden düşürmüştür; ona atfedilen birçok haksızlıktan dolayı uzunca süre bastırılmıs acı şimdi özgürce ifade edilmekteydi
ve onları hızla tahttan lağıma indirmektedeydi.
Tabiatıyla, böyle şahısların temizlenmesiyle panislamist meyillerin bir kenara atılması anlamı anlamı çıkarılmamalı. Temmuz ve Ağustos nümayişlerinde yaşatılmaya çalışılan ilke ve sloganlarda panislamizmin görülmemesinden bir anlam çıkarmamak lâzımdır. Ne de olsa, bütün hedefleri gölgede bırakan esas hedef şimdilik isdibdatın yerine hürrüyetin getirilmesi ve padişahın isdibdat yerine herkesin çıkarını ilgilendiren meseleleri halkıyla istişare etmesiydi; Halifenin halihazırdaki nüfuzunun dışında bulunan müslümanlara karşı sorumluluğu tamamen ayrı bir meseledir. Abul-Huda ve takımının dini sloganları suistimaline rağmen Türk müslümanlarının büyük bir çoğunluğunun; ‘Müminlerin Efendisinin’, geçici olarak engellenmiş de olsa, dünya hükümdarlığına inanmaları, ve dünyevi işleriyle meşgul kişilerin birçoğunun dahi, bu kötü günlerde ne derece mümkün olduğu meçhul olsa da, padişahın halife kalmasına, başka bir tabirle islamı dünyada siyasal bir güç haline getirmenin arzu edilir olduğuna inandıkları inkâr edilemez.
Jön Türk liderleri farklı düşünmektedirler. Bunlar için siyasi alandaki hayati mesele, Türkiye'nin nasıl Avrupa'nın büyük devletleriyle eşit bir duruma getirilmesi ve böylece ülkelerinin ve milletlerinin hür ve bağımsız bir şekilde gelişmelerinin önündeki engellerin kalktığı bir devlet haline getirilmesi meselesiydi. Bu süreçte Avrupanın yardımı kabul edilecek fakat vesayeti asla kabul edilmeyecekti. Özellikle Türk toplumunun yapısı göz önünde bulundurulduğunda din ve siyaseti birbirinden ayırmanın zaruri olduğunu anlamaktaydılar. Halen yeniden tesis edilmiş olan Anayasa'da islamın, diğer dinlerin mutlak bir özgürlük içinde tatbik edilmesi hürriyetiyle birlikte, resmi din olarak ilân edilmiş olması, derin tarihi köklere sahip olan zaruri hallere karşı bir geçici ve kaçınılmaz taviz olarak görülmekteydi. Fakat diğer dinlere mensup toplulukların kanun önünde eşit haklara sahip oldukları hesaba katıldığında bu yasayı kabul etmek pek zor olmayacaktı. Birçok yönden geleneksel islamdaki önyargılarla başetmenin ihtiyatla ele alınması gerektiğinin bilincindeydiler fakat yalnız kendi dinlerinin ahlâki ilkelerine bağlı kişiler, eğitimin ve propagandanın kısa zamanda modern bir devlet için zaruri müsamahayı meydana getireceğini düsünmek- | |
| |
teydiler.
Bütün gayrimüslim devletlere karşı katiyen düşmanca ve ortaçağdan kalma bir kalıntı olan hilafet akidesinin, kendi programlarının tatbikiyle bağdaşmadığını hissetmekteydiler ve bazı Avrupa güçlerinin bu zihniyete karşı bilgisiliğine dayalı tutumları bu önemli meseleye olan alâkayı başka bir yere çekmemiş olmasaydı, bu kuruma karşı açıkça cephe almış olacaklardı.
Bu güne kadar Türk otoriteleri tarafından diğer ülkelerde sabit ilkelerden yoksun panislamist kargaşaları teşvik etme politikası, katiyen hürriyet taraftarları erkeklerin arzu ettiği bir siyaset değildi; fakat bu dürüst hayal kırıklığının islam dünyasında Türklere karşı duyulan sempatide katiyen büyük kayıplara sebep vereceğini hesaba katıp katmadıkları şüpheliydi. Avrupa imparatorluklarında yaşayan müslüman vatandaşlar arasındaki büyük hoşnutsuz yığınlar gerçekleşmesi sürekli ertelenen panislamist vaatler tarafından okşanmayı, bundan böyle herkesin ortak çıkarı uğruna tek bir müslüman dünya hükümdarı altındaki tek bir müslüman imparatorluğu hülyasını terketme nasihatını kabul etmeye yeğ tutmaktadırlar.
Bu arada imparatorluk toprakları dışında yaşayan din kardesleriyle alâkanın tamamen kesilmesi Jön Türkler'in niyetleriyle de bağdaşmamaktadır, fakat siyasi veya dini prapagandayla alâkalı bir şeyi düşünmemekte ve gerekli durumlarda yalnızca adalet adına bir müdahaleyi düşünmektedirler. Bu meseleyi kasıtsızca ileri sürme fırsatı bulduğum her seferinde aşağı yukarı hep şu sözlerle ifade edilen bir mantıkla karşılaştım. Büyük Avrupa devletleri Türk hakimiyeti altındaki Hristiyanların kaderleriyle hep yakından ilgilenmişlerdir. Bu müdahalerin temelinde hangi ‘asil ilkelerin’ yattığını bütün Türkiye, birçok Hristiyan topluluklarının sergiledikleri tutumlarıyla böyle bir müdahaleyi haketmediklerini ise bütün Avrupa bilmektedir. Fanatizmle suçlanamayacak Avrupa imparatorluklarının müdahalelerini meşrulaştıracak tek şey ortak bir dine sahip olmalarıdır.
Büyük devletlerin Yunanlılar, Ermeniler, Bulgarlar, Sırplar ve saire gösterdikleri aynı sempatiyi, büyük bir müslüman ülke olan Türkiye'nin de Avrupa hakimiyeti altında yaşayan ve baskıya maruz kalan müslümanlara, Cezayir'lilere, Hindistan'lılara ve Java'lılara göstermesi meşru sayılabilir. Aynı şekilde, Avrupa ülkelerinin tersine Türkiye'nin bu konuda gizli siyasi amaçları doğrultusunda hareket ettiğinden şüphe etmekten aciz olacaklardır. Yeniden doğan Türk devleti tüm bunlardan sonra bu müslümanları Türkleştirmeye çalışmayacak, sadece hareket ve gelişim hürriyetlerini garanti altına almak isteyecektir.
Yeni doğmuş Jön Türkler Türkiye'sinin, büyük bir müslüman devleti olarak kafi kuvvete sahip olacak olursa ve yabancı topraklarda yaşayan müslümanların bu korumayı menuniyetle kabul edilecekleri gözönünde bulundurulursa, müslüman vatandaşları bulunan hükumetlerin bu yeni hamiliğe ilgi göstermelerinin şart olduğunun kanıtlamak için bu düşünceyi daha teferruatlı bir şekilde araştırmaya gerek yoktur. Şimdiye kadar, saçma iddialarını açığa çıkarmaya cesaret edemeyen, propagandacıları ve savunucuları sahte vehimlerle huzursuzluk ve karışıklık yaratmaktan başka bir başarı sağlayamayan ortaçağ hilafeti yerine müslümanlara hürriyet yolunu göstermek için elinden geleni yapacak olan müslümanların dürüst ancak faal bir savunucusuyla karşılaşacaklardır. Belki de Avrupa devletlerince çoktan yanlış anlasılmış olan halife ünvanını moral destek olarak yorumlayacaklardır.
Yakın geleceğin Türkiye'ye sunacağı müspet bir tahminde bulunmam, bu nevi tahminler hakkında yukarıda zikrettiklerimden sonra benden beklenilmez herhalde. Eski istibdat geri gelmeyecektir ve halen yapılan felâket senaryoları, Türklük hakkındaki imajlarını gözleme değil özbilinçlerine dayandıran insanların boş lâflarından başka bir şey değildir. Yakında toplanacak olan mecliste olacakları beklemeli ve genç kurumun tek tük hatalarına aldanmamalıyız. Daha yeni uyanmış bir halktan Avrupa
| |
| |
derecesinde bir parlementer mükemmeliyeti yakalaması beklenilmemelidir!
Yeni Türkiye'nin bir şahidi olarak bu emsalsiz şartlarda edindiğim malumat ve gözlemlerimin bazılarının bundan sonraki mühim gelişmeleri anlamasını kolaylaştırması ümidiyle!
|
|