| |
| |
| |
Bruno Post
Küba
Tanıdığım ilk Türkler sultanlar ve sadrazamlardı. Öğretmenler onların kılığına girer birkaç yılda bir köyün tiyatro olarak da kullanılan sinema salonunda bize sahne gösterileri sunarlardı. Türkiye, benim için ilk bağlantıyı annemin Üç Kral kutlamaları için hazırladığı kavukla kurduğum hayali bir ülkeydi. Okumaya yeni yeni başladığım günlerde kuru üzümün jelatin paketinin üzerindeki anlaşılmaz yazıları çözmeye çalışırdım. Bu şekilde ilgim, uzaktaki Smyrna’ya odaklandı. Okul atlaslarında Türkiye'nin önemli kentleri bile açık olarak belirtilmemişti. Sanırım çok uzun bir süre Türkiye'nin Avrupa'da küçük bir bölümünün olduğunun bilinmesi yeterli görülmüştü. Bu bölge, Balkanların sağ alt tarafına düşüyordu. Öğretmenim bu bölgeyle ilgili fazla bilgiye sahip değildi. Harita üzerinde gördüğüm Üsküdar semti çok ilgimi çekmişti, bu semt İstanbul'un, Bogaz'ın Asya tarafında kalan bölümü olarak gösteriliyordu. Bir sonraki yıl coğrafya dersinde dünyanın diğer bölgeleri işlenecekti.
Orta Doğu ülkelerini gösteren haritalarda Türkiye'ye ayrıcalıklı bir yer verilir, Anadolu çerçeve içine alınırdı. Türkiye'nin bulunduğu kuşakta çeşitli harita izdüşümleri iç içe geçmiş durumdadır. Bu ülkenin vatandaşları hakkındaki ilk izlenimlerimi bir pazar öğleden sonrasında istasyon kahvesinde oturmuş sigara dumanı altında sohbet eden adamları gördüğümde edindim. Ellerinde, gösterişli ve bol renkli fotoğrafları ile gazete bayilerinde dikkatimizi çeken gazeteler vardı. Bu gazeteler sesli harfler üzerinde bolca nokta bulunan çetrefilli bir dilde yazılmıştı. Türkçe'yi ilk kez misafir işçiler için yapılan radyo yayınlarında duydum. Anlaşılmaz konuşmalardı.
Türkiye'ye olan gerçek ilgim yıllar sonra ortaya çıktı. Bu ilgiyi o dönemde pek moda olan gençlik turizmi ortaya çıkarmış olmalı. Benim zamanımda Magic Bus ile Türkiye üzerinden Hindistan'a gidilirdi. Bilet fiyatları çok uygundu, sadece bu uzun yolculuğu yapabilmek için sabırlı ve tahammüllü olmak gerekiyordu. Herkes hippi hayatına sempati besleyemez.
| |
| |
Birçok yaşıtım interrail ile Atina'ya gitmiş olmayı iftihar konusu ederdi. Tek tük gençler de Afganistan'daki tütün çeşitliliğine hayranlık duyardı, ancak onların aktardığı zayıf deneyimler benim için bir anlam ifade etmezdi. Oysa buna karşılık İstanbul'a gitmiş olanlar geri geldiklerinde, gördüklerinden çok daha fazla etkilenmiş olurdu. Yolculukları esnasında turistik kitapçıklardaki Türkçe ile idare etmiş olanlar, eve döndüklerinde Türkiye ve Türkler hakkında uzman kesilir birçok hikaye anlatırdı. Oradan dönenlerdeki bu değişim gençlik turizmi yıllarına has değildi. Bu adeta ülkenin turistlere uyguladığı bir tür göz yanıltmasının parçasıydı.
Ülkelerinden çekingen birer turist olarak gidenler, Türkiye'den geriye, bu ülkenin kendine güvenen uzmanları olarak dönüyordu. Uzun yıllar bu davranış biçimine kuşkuyla baktım, bu konuda kendilerine duydukları güvenden rahatsız oldum ve giderek Türkiye hakkında ağzını açan her Hollandalıya şüpheyle bakmaya başladım. Bu arada Hollanda'da CDA ve PvdA partilerinin seçim listelerinden aynı bilgiç tavırla Türk kökenli adayların mutlak bir biçimde Ermeni Soykırımını kabul etmedikleri gerekçesiyle ihraç edildiklerini gördük. Bir anda sanki yıllardır modern Türkiye tarihi Hollanda eğitim sistemi içinde tarih dersinin bir parçası olarak inceleniyormuş gibi davranıldı. Bu olayları izlerken yukarıda sözünü ettiğim değişimin/transformasyonun sadece Türkiye'yi gezenlerde ortaya çıkmadığını, bu küstah bilgiçliğin, beklenmedik bir anda Türkiye ile ilgili bir olayla karşı karşıya gelindiğinde de açıkça ortaya çıkabildiğine şahit oldum.
Muhtemelen can sıkıntısı, inatçılık ve gençliğin verdiği radikallikle bir ara Osmanlıca öğrenmeye başladım. Yüksek Meslek Eğitim kurumlarında klasik dil eğitimi yoktu ve ben temel eğitimde bu boşluğu hissettim. Türkiye'ye olan merakım artıyordu ve bu yüzden fazla düşünmeden bu eski dili öğrenmek istedim. Kısa bir süre içinde onun yerine doğrudan Türkçe, Arapça ya da Farsça öğrenmenin daha kolay olacağını fark ettim. Ancak, evlilikle birlikte bu konudaki hevesim kursağımda kaldı. Çocukların gelmesiyle Türkiye Cumhuriyetini yerinde görme planlarım da iyice ertelendi. Ancak gene onların sayesinde sarı kaplı G.L. Lewis'in Teach yourself Turkish kitabını tamamen yiyip yutma imkanı buldum. Sözcük öğrenimi babalık görevlerimle mükemmel bir uyum içinde yürüyebiliyordu. Büyük oğlum uzun yolculuktan zevk alacak yaşa geldiğinde artık onunla Türkiye'ye gitmenin de zamanı gelmişti. Türk ailelerinin çok çocuklu olduğunu, aynı zamanda Türkiye'de erkek çocuk sahibi olan bir babanın bundan çok gurur duyduğunu bildiğim için baba oğul sey- | |
| |
ahat etmenin çok uygun olacağını düşündüm. Bu şeyahate, komşum Fikret'in kızının Erzurum'da yapılacak düğünü vesile oldu. Doğuya yapılacak yolculuğa
trenle çıkmaya karar vererek büyük bir hataya düştük. Tren yolculuğu, Boğaz'ın Anadolu yakasında Bağdat tren yolu diye anılan Haydarpaşa Tren İstasyonu'ndan başladı. Bu istasyon binası, Bağdat'a bağlanan önemli bir hattın başlangıcı olması nedeniyle, insanda beklenti uyandıran anıtsal bir dış görünüşe sahip. Ancak, uzun yola gidecek az sayıdaki trenlerden biriyle istasyondan ayrılırken ve İstanbul'dan uzaklaştıkça trenin daha da yavaş gittiği ortaya çıkıyor. İstanbul'un kargaşasında bu hemen fark edilemiyor. Eskişehir'i geçince ister istemez yolculuğun süresi ile ilgili şüpheleriniz artıyor. Ankara'ya varınca ve sonrasında Sivas'a doğru hareket edildiğindeyse insan, yolculuğun uzun süreceği gerçeğine iyiden iyiye teslim oluyor. O andan itibaren ayrıntılar daha da dikkat çekmeye başlıyor. Doğuya doğru gittikçe, demiryolu raylarının en az elli yıldır yenilenmediği fark ediliyor. Rayların ekleme yerleri neredeyse vagonlarla aynı uzunlukta, o yüzden trenin giderken çıkardığı ses insana ekspres değil, yük trenindeymiş hissi veriyor. Buna karşı yapacak bir şey yok. Bu yolculuğu yapanların nerelerden ilham aldıkları konusunda az çok fikir sahibi olmaya başlıyorum.
Artık, Türkiye'de arabasız şeyahat etmek isteyenlerin, gitmek istedikleri yere konforlu ve hızlı bir şekilde ulasmaları için otobüs yolculuğunu tercih etmeleri gerektiğini biliyorum. Bir de verilen sözün yerine getirilmesi, insanı, hayal kırıklığı yaşadığındaki kadar düşündürmüyor. Bu nedenle ülkenin kendine yakıştırdığı imaj ile gerçekliğinin uyuşmaması hiç de şaşırtıcı değil. Sadece hiç beklenmedik bir anda karşılaşılan bir anormallik insanı şaşırtıyor, kafa karışıklığına yol açıyor. Bu kafa karışıklığı ise yeni bir şeyi keşfetmenin önünü kesiyor. Aslında bunlar hep önyargı. Hiçbir şeyin bu kadar övünülecek gibi olmadığı görünüyor. Büyük oğlumla beraber yaptığım bütün Anadolu gezilerinden sonra bu önyargıların not edilmesi, incelenmesi ve onlara yorum getirilmesi gerektiğine ikna oldum. Turistik önyargılar daha çok kişisel duyarlılıklardan kaynaklanıyor, genellikle komik oluyor ama bu nedenle vahameti daha az değil. Öğrencilik yıllarımda şehir sosyolojisi ile ilgilendim ve belki de bundan dolayı mimarlıkla ilgili bir takıntım var. Bu takıntı, münzevi hayatımdan dısarı
çıktığım tatillerde daha çok kendini gösteriyor. Türkiye'ye gitmeden önce orada göreceğim Osmanlı mimarisinden dolayı çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Ancak bu mimarinin örneklerinden günümüzdeki şehirleşmeye neredeyse hiçbir şeyin kalmadığını fark ettiğimde de hem hayal kırıklığı hem de büyük şaşkınlığa uğradım. Ülkenin büyük holdinglerinden birinin başkanı
| |
| |
bir süre önce Türkiye'nin gelecek yıllarda Akdeniz'in Çin'i haline geleceğini beklediğini açıkladı. Le Figaro gazetesinde bu haberi okuduğumda Türkiye'nin belki de kültürel mirasını yok etmede Çin'den daha büyük bir çaba içinde olduğunu düşündüm. Elbette önemli camiler, manastırlar, medreseler ve anıt mezarlar restore ediliyor ve bakımları yapılıyor. Ancak çevredeki devasa, kontrolsüz inşaatları gördüğünüzde sadece önemli birkaç anıtın bu dizginlenemeyen yıkım faaliyetlerinden kurtulmuş olduğunu fark ediyorsunuz. Birkaç istisnadan biri olan Suriye sınırı yakınındaki Mardin'in korunmaya alınmış olması ülkenin diğer bölgelerindeki yıkım ve yok etme çalışmalarının kural haline gelmiş olduğunu doğruluyor. Eski İstanbul haklı nedenlerle UNESCO'nun korunacak miraslar listesine alındı. Yıllardır kendi imar ve anıtları koruma yasalarına uymadığı için İstanbul'a, kısa bir süre içinde bu alanda kararlılık gösterilmezse listeden silineceği bildirildi.
Tarihsel sansasyona ortak olabilmek için en iyi yöntem, arada bir eski kentin sokaklarında gezintiye çıkmaktır. Küçükken annem ve babam beni düzenli olarak müzeye götürürdü. Yağmur yağmaya başladığında babam hemen etrafta bir müze olup olmadığına bakardı yoksa şemsiyesini açmaya çalışırdı. Bu aile geleneğini sürdürmek amacıyla hem de oğlumu tarihsel ve kültürel açıdan bilinçlendirmek için Türkiye'de karşımıza çıkacak her müzeye girme kararı almıştım. Türkiye'deki müzelere has bir durum olarak insan burada adeta müzecilik tarihinin köklerine gidiyor. Müzelerde değil ziyaretçiye iyi vakit geçirtme çabası, eğitici bilgilendirme bile yeterince yapılmıyor. Burada görünen, modern tuhaflıkların bir araya getirilmesi.
Şimdiye kadar gördüklerim arasında en güzeli doğal tarihi koleksiyonlar; eski tarım araçları, fosiller, ahşap radyolar, duvara asılan eski telefonlar, Osmanlıca gazeteler, giydirilmiş vitrin mankenleri, bronz kaseler, yöresel kilimler ve her türlü buluntu. Sergi, gücünü hiç bir sunum tekniğinin dikkate alınmamasından ve objeler hakkında neredeyse hiç bilgi verilmemesinden alıyor. Daha önce hiç görmediğim güzellikteki arkeolojik kalıntıların bulunduğu Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde bile ziyaretçi gördüğü kültürel mirasın menşei ve anlamı konusunda aç bırakılıyor. Bu yaklaşımla kesinlikle bilgilendirmek değil, sanki daha çok müzeyi yaşatmak hedefleniyor. Hiç kimse tam olarak amacın ne olduğunu bilmiyor. Bazen bir müze bekçisi istemeye istemeye salonun ışıklarını açıyor, bazen kasada oturan görevli o gün müzesini gezmeye gelen yegane ziyaretçiden dolayı sevincini belirtiyor. Bir keresinde Antalya'da arkeoloji müzesini gezmeye gelen öğrencilere şahit olduk.
| |
| |
Formalı öğrenciler sıra halinde tırtıl gibi vitrinlerin önünden yürüyorlardı, öğretmenler hiçbir objenin önünde uzun durulup bakılmaması için ikaz ediyordu. Bazı gençler kavisli kılıçların, ağızdan dolan silahların durduğu vitrinin önünde biraz uzun kaldıkları için azar işitiyordu. Bu kamuya açık depolar dolusu tuhaflıklar karşısında şaşırmamak elde değil. Onların varlık nedenini bilmediğin ve sorularına tam cevap alamadığın için aklında sadece şu soru kalıyor: bütün bunların nedeni neı
Giderek artan Müslümanlaşmanın etkisiyle Osmanlı geçmişine bir tür nostalji ve ilginin arttığı gözlemleniyor. Turist bu durumu ilk defa şaşalı gösteriler vesilesiyle fark ediyor. Constantinopol'ün düşüşünü anma kutlamaları adeta her geçen yıl daha da görkemli oluyor. Tarihi geçmiş temsili olarak yaşatılıyor ve büyük bir kortej filikaları çekerek Haliç'i geçiyor. Osmanlı beyleri zamanınada gerçekleştirdikleri zaferlerle Anadolu'nun kendileri ait olduğunun bir defa daha kabul edilmesini sağladılar. Nostalji, aşkeri ihtişamdan çok, bu zaferi takip eden dönemin kültürel gelişimine yönelik. Resmi Kemalist göstergeler aşkeri zafere yeterince yer veriyor. Milliyetçilik, kamusal hayatın her alanına tamamen işlemiş durumda. Girdiğin hemen hemen her dükkanın duvarında Atatürk'ün resmi var, Türk bayrağının sallanmadığı bina görmek çok zor. Gurur duygusunu belli eden semboller her yerde yeterince var. Buna karşılık Türkiye'de insanlar savaşkan görünmüyor, tersine sokaklardaki insan kalabalığına baktığınızda bastırılmış bir halk izlenimi ediniyorsunuz. Özellikle İstanbul'da sokak ve caddeler tıka basa dolu. Gittikçe daha fazla ve daha yüksek binalar inşa ediliyor. Arada kalmış olan boşlukları da işportacılar ve park etmiş
arabalar dolduruyor. Parklar ve oyun alanları gittikçe daralıyor. İnşaat yönetmelikleri ve imar planları tamamen kişisel inisiyatife bırakılmış gibi gözükse de tarihi kazı yapılan yerler ve mezarlıklar bu durumun dışında kalıyor. Eski semtlerde kaldırım üzerinde etrafı duvarla çevrilmiş bir mezar ya da dükkanın duvarına yapışmış, etrafı çiçeklendirilmiş kavuklu mezar taşı görmeniz mümkün, bazen de sıkışık binalar arasında aniden karşınıza çıkan boş bir alanda etrafa saçılmış süslü püslü mezar taşlarına rastlıyorsunuz. Müslümanlıkta mezarda huzur önemlidir, mezarlığın ortadan kaldırılması da dinsizlikle eşit görülür. İstanbul Üsküdar'daki büyük mezarlık, gün geçtikçe daha da genişleyen beton çölü ortasında nefes alınacak huzurlu bir yer. Ölüm her yerde mevcut. Sadece İzmir ve çevresinde bazı mezarlıkların daha az kutsal olduğunu fark ettim. O çevredeki parkların, çiçeklik ya da mezarlık duvarlarının eski Yunanca yazılı mezar taşlarıyla örüldüğünü görebiliyorsunuz.
| |
| |
Gelişme ve çöküş el ele gidiyor. Hangisi nerede başlıyor, hangisi nerede bitiyor pek belli değil. Betonun zaferi atmışlı yıllarda başlamış olmalı. Bazı binaların yapımında gelişmiş teknoloji kendini belli ediyor. Yeni malzemeler piyasaya öylesine hızlı giriyor ki, onların kullanımı için gerekli olan meslek bilgisi onun hızına yetişemiyor. İnşaat işçilerinin büyük çoğunluğu anlamlı hiçbir teknik eğitim görmeden işlerini yapıyorlar. Yetmişli yıllarda keyfi olarak televizyonda Teleac'ın verdiği beton kursunu takip ettim. Belki de bunun sonucu olarak Türkiye'deki inşaatlara bakarken, iyi bir ustabaşı olabilirmişim duygusuna kapıldım. Burada inşaat şüreci oldukça şeffaf, çünkü inşatların çevresi genellikle paravan ya da başka bir şekilde kapatılmıyor. Ayrıca herhangi bir nedenden dolayı yarım kalmış inşaatlar da orta yerde açık olarak duruyor. Sertleşen betonun etrafındaki tahtalar çıkartıldığında, çatlakların neredeyse beton dökülürken oluştuğu görülebilir. Yeni inşaatlardaki bu düşük kaliteden dolayı büyük facialar yaşanıyor. Buna bir örnek olarak, birkaç yıl önce Konya'da bir apartmanın kendi kendine, hiçbir neden olmadan yıkılmasını verebiliriz.
Türkiye'de depremler sonucunda büyük felaketlerin yaşanmasında betonarme inşaat devriminin payı yadsınamaz. Saltanat döneminde İstanbul'da şehri depreme karşı koruyabilmek amacıyla sadece ahşap binaların yapımına izin veriliyordu. Şehrin eski semtlerinde hala bu ahşap evleri görmek mümkün ama çoğu çöktü çökecek durumda. Oya gibi işlenmiş kirişli bu üç katlı ahşap evler dışardan bakıldığında şiirsel bir izlenim verebiliyor ancak kötü yönetim, spekülasyon ve halkın aczi sonucunda vasat birer harabe halindeler. İstanbul da dahil olmak üzere birçok şehir yüksek sismik risk altında. Dikkatli bir gezginin gözünden kaçmayan bu özensiz inşaatlar insana ister istemez, şehrin top yekûn yerle bir olmasının an meselesi olduğunu düşündürüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi şehrin bazı noktalarına turuncu renkli deprem acil yardım konteynerleri koymuş. Son derece sembolik karakterde bir önlem hareketi. Çoğu İstanbullu içinde bulunduğu çaresiz durumda onu bekleyen felaketi aklına bile getirmemeye çalışarak yaşıyor. Hafifçe hissedilen depremlerde bile yaşanan panik bu gizli korkunun ne kadar yerinde olduğunu gösteriyor.
Paradoksal bir biçimde, kontrol altına alınamayan modernleşme diye de adlandırılabilecek şehirleşme sonucunda aslında şehirler ‘Osmanlılaştırılıyor’. İstanbul'dan uçakla ayrılırken aşağı baktığınızda sadece gri beton yığınlarını görürsünüz, arada kalmış tek bir ağaç görmek bile zordur. Şehirleşmenin durdurulamayan bir şekilde büyümesiyle birlikte yasadışı, gecekondu tipi, yapılaşma da artmak- | |
| |
tadır. Şehrin planlanan sınırlarına paralel olarak insaat patlaması görülmektedir. Bunun sonucunda da el konabilecek her bir alan insaat alanı olarak kullanılmaktadır. Şehir planlamasını fonksiyonel bir biçimde hayata geçirme çabaları, taşınmazlar üzerindeki spekülasyonlarla engelleniyor. Bahçe, sadece zenginlerin sahip olabileceği bir lüks olarak görülüyor. Apartmanlar birbirine yapışık şekilde inşa ediliyor, gökdelenlerin çevresinde ise neredeyse hiç boş alan yok. Bazıları neden bu yüksek binaların tamamen birbirine yapışık inşa edilmediğini soruyor. Sokak aralarındaki ağaçlar zavallı bir görünümde ve tehdit altında. Hollanda'da da olduğu gibi burada da ağaçların kesilmesi için hizmet veren inşaat mafyası var. Bu nadir yeşillikleri korumak için o çevrede oturan
entelektüeller, semt sakinleri nafile çabalara giriyorlar. Bu tür sivil eylemler, yerleşim bölgelerindeki vurdum duymazlık göz önüne alındığında daha da önem kazanıyor. Müstakil evler, villalar yan yana inşa edilmeye devam ediyor, bu pahalı evleri çevreleyen cılız yeşilliklerin bu evlere ne gibi bir artı değer katabileceği sorusu gündeme geliyor. Zenginler ya da orta sınıf üstü aileler çareyi sayfiye evlerine kaçmakta buluyor, burada ilk dikkati çeken şey ise bu tür siteleri çevreleyen yüksek duvarlar, bu duvarların amacı kırsal kesim yanılgısına düşülmesini önlemek. Bahçeler, o evde yaşayanlara doğa keyfi vermekten çok bir zenginlik ölçüsü olarak algılanıyor. Bu tür zevksiz saray yavruları dışardan bakıldığında insana pek keyif vermiyor, çekiciliğini ucuz inşaat malzemesi üzerine alelacele çekilen makyaj alçıdan aldığı görülüyor. En itici yanları da duvarlarına ve sövelere sürülen boyaların rengi; koyu kahverengi, gri yeşil, kahverengi ya da turuncu tonlarıyla mor. Bu renkler bana, gri, siyah ve kirli kırmızı renklerinin popülerleştiği ilk endüstri devrimini hatırlatıyor. Beni, bezelye ve koyu kahverengi fasulye renklerinin Osmanlılar’ da kullanılan renkler olduğuna ikna etmeye çalıştılar. Bana kalırsa bu tarz, yeni zenginlerin depresyonlu bir
yaşam kültürünü tercih ettiğinin bir göstergesi.
Kötü niyetli söylentilere göre, şehirleşmelerde güzel gelişmelerin önündeki engeli köy kökenli şehirliler oluşturuyormuş. Türkiye'de yeşillikler arasında bir yerleşim düşünmek ya da doğa içinde bir yaşamı hayal etmek olanaksız. Sahilde ya da kırsal bir bölgede kurulmuş sayfiye evleri mutlaka duvarlarla çevrilmiş durumda. Trenle giderken Sapanca gölünün çevresinde kurulmuş bu tür siteleri gördüm, her biri diğerine yaslanmış vaziyetteydi, bu şekilde içinde olunmak istenen doğal güzellikler tamamen yok edilmişti. Giderek bu sayfiye evlerinin pek de önemli olmadığı sonucuna vardım. Sayfiye evleri şehirleşmeye paralel olarak gelişiyor. Bu evlerin kırsal böl- | |
| |
gede olmasından çok şehirlilik özelliğine sahip olmaları onları çekici hale getiriyor. Ne olursa olsun bu sitelerin bu kadar birbirine yakın inşa edilmiş olmalarının tek sebebi yersizlik sorunu değil. Doğu bölgesine yaptığım uzun otobüs yolculuğu esnasında Malatya'dan sonra büyük bir gölün kıyısından geçerken ıssız, dağlık bir bölge dikkatimi çekti. Gölün kıyısına inen kuru yamaçlarda sayfiye evlerinden oluşan büyük bir site inşa edilmişti. Başka yerlerde de olduğu gibi bu küçük evlerin de kocaman balkonları, çıkmalar ve
şatafatlı sütunları vardı. Bu evler hiç satılamayacakmış gibi duruyordu. Ancak bana, böyle bir olasılığın az olduğu çünkü evin kalitesini, sunduğu konfor değil, satıs değerinin belirlediği anlatıldı. Altın ve beton en çok rağbet gören yatırım araçları. Cami inşaatında çağdaş bir mimari anlayışın olmayışı da anlamakta zorlandığım bir diğer konu. Ülkenin her yerinde camiler görülüyor. Bazen çevresinde hiçbir yerleşim olmadığı halde bir cami yapılmış oluyor. Bütün camiler birbirinin kopyası gibi duruyor. Hazır beton sayesinde kubbeli caminin taklidi hemen yapılabiliyor. Diyanet işlerinin, ibadet edenlere hep aynı kalıpta hizmet verdiği izlenimi uyanıyor. Yıllardır Türkiye'ye yaptığım yolculuklar içinde sadece bir kere diğerlerinden farklı çağdaş bir camiye rastladım. Erzincan'da gördüğüm bu caminin cüretkar bir kubbesi vardı. Daha sonra bu camiinin büyük bir deprem sonrasında şehrin yeniden inşası için Pakistan'dan gönderilen dış yardımla yapıldığını öğrendim. Türkiye'deki İslam'ın estetik sofuluktan beslendiği görülüyor.
İbadet mekanlarının inşa edilmesindeki özensizlik bende Türklerin düşüncelerinin derinliklerinde neler olduğu sorusunu uyandırdı. Dışardan görünen hallerinden çok düşüncelerinin içindeki oluşum sistemi beni meraklandırdı. Türkiye'de uzun bir süre kaldığında ve Türk medyasını takip ettiğinde günlük hayat içinde Avrupa'nın var olmadığını görüyorsun. Avrupa, AB çerçevesinde sıklıkla görülen siyasal anlaşmazlıklar kapsamında gündeme geliyor. Ülkenin en uzak köşelerinde sizi Fransızca, Almanca ya da Hollandaca dillerinde dostça selamlayan kişilere rastlayabiliyorsunuz ancak sohbet pek uzun süremiyor belki de bu eski misafir işçilerin ülkelerine geri dönme nedenleri burada gizli. Avrupa düşmanca görünüyor, sürgün yeri aynı zamanda isgal edilmiş bölge, kaprisli ve Türkiye'nin beklentilerine göre çok küçük. İnsanların politik ve kültürel gelişmeler anlamında ölçek aldıkları ülke, ufuktaki hem düşman hem de hayaller ülkesi Amerika. Çevredeki düşman ülkeler ve içerdeki ayrılıkçı faaliyetler olmasa ülke şimdiye kadar kendisine gizli gizli yakıştırdığı bölgesel süper güç konumuna gelmişti. Bunlar konuşulurken insanın aklına ister istemez
Louis-Ferdinand Celi-
| |
| |
ne'nin şu sözü geliyor: ‘Her imparatorluk bir rüyayla son bulur.’ Avrupa'nın en büyük gecekondu semti İstanbul'da bir çok hayaller kuruluyor. Memleketin her tarafından Boğaz'ın kenarında kurulu bu şehre köylüler akın ediyor. Gecekondu semtlerinde hemşerilik ağır basıyor ve aynı bölgelerden gelenler bir arada yaşıyor. Levent semtindeki gökdelenlerin sayısı her geçen yıl artıyor. Dubai Towers denen üçyüz metreden daha yüksek olacak ofis binalarının yapımı planlanıyor. İstanbullular öylesine izole yasıyorlar ki bir çoğu turistlerin ilk günden gördüğü yerleri hiç görmemiş olabiliyor. Bu şehrin nüfusunun üçte ikisi kendisini öncelikle geldiği köyle özdeşleştiriyor. Bedava traktörler, tarlalar gibi bol keseden atılan seçim vaatleri yerine getirilmedi. Yerine getirilmediği halde herkes bu ulaşılamayan vaatleri ümitle beklemeye devam ediyor. Birkaç sene önce gençler arasında Salsa dansı moda oldu. İstanbul'un her tarafına asılmış afişlerle Salsa öğreten okulların reklamları yapılıyordu. Nerdeyse sonuncu sosyalist ülke olan Küba, solcu gençlerin tatil hayallerini süslüyor. Kesinleşmemiş bilgilere göre Fidel Castro'nun dedesi Türkiye'den gitme bir Yahudi'ymiş.
Tuhaf olan bu cennetsi adanın Türkiye ve Hollanda'da adının aynı şekilde telaffuz edilmesi.
Türklerin mizacına daha uygun olan tango dansı da gençler arasında gördüğü ilgiden memnunluk duyuyor olmalı. 1928 yılında Necip Celal Andel ‘Mazi’ adlı Türkçe tangoyu besteledikten sonra bu dans uzun bir dönem çok tutulmuş. Dikkatle incelendiğinde Türkiye ve Arjantin arasında daha birçok benzerlik olduğu görülüyor. Ancak muhtemelen Arjantin'de Plaza de Mayo (Mayıs Meydanı) annelerine gösterilen hoşgörü Türkiye'de gösterilmezdi. Ayrıca Türkiye'de bu kadar çok meydan da yok zaten.
|
|